'360 Derece'de bu hafta

Dr. Cengiz Aktar, ABD Temsilciler Meclisi alt komitesinde kabul edilen karardan yola çıkarak Türk dış politikasını mercek altına alıyor

Dr. Cengiz AKTAR Şalom
24 Mart 2010 Çarşamba

ABD Temsilciler Meclisi alt komitesinde kabul edilen kararın en vahim sonucu sanıldığı veya temenni edildiği gibi Türk-Amerikan ilişkileri değil. Kararla birlikte, can çekişmekte olan protokollerin tabutuna son çivi çakıldı, en iyi ihtimalle bu anlaşmalar derin dondurucuya kalktı. Bu, başta Ermenistan ve Türkiye olmak üzere Kafkasya’daki tüm ülkeler, ilâveten ABD’nin de kaybettiği bir sonuçtur.

Hâlbuki geçen sonbaharda Zürih’te Ermenistan ve Türkiye Dışişleri Bakanları tarafından imzalanan protokoller, taraflar ve hazır bulunan sağdıç ülkeler açısından fevkalade önemliydi. Metinler sorunlara ad koymayan, önkoşul getirmeyen birer diplomatik üslûp harikasıydı. Ama siyaset hızla girişime el attı. Pek vakıf olmadığı dış politikada tıpkı içerdeki gibi konuşmaktan çekinmeyen Başbakan’ın, protokollerin onayını Karabağ’ın Azerbaycan’a iadesine bağlayıveren ifadesiyle süreç tıkanmaya başladı. Öyle ki ABD’deki karar öncesinde protokollerin TBMM’de onayının mümkün olamayacağı belliydi - ki bu da oylamayı etkiledi. Oylama öncesinde politikacılar devreye tamamen girdi. İnkârcı ve konuya vakıf olmayan heyetler aşırı özgüven ve Türkiye’nin dünyanın merkezi olduğu kanaatiyle Vaşington seferine çıktılar. Oylama büyütüldü, kamuoyu yanlış yönlendirildi, öyle ki karar sonrasında bugün insanlar ‘ABD soykırımı kabul etti’ zannediyor. Hâlbuki önceki benzer kararlar gibi bu karar da genel kurula inmeyecek. Ama oluşan menfi hava, süren iç hesaplaşmalar, muhalefetin fırsatçılığı protokollerin onayını ABD’deki karardan ayrı tutmaya yetmez.

Sorunlu bir retorik

Başbakan’ın ABD ve İsveç oylamaları sonrasındaki tavrı yeni değil. Ekim 2007’de, Temmuz seçiminden muzaffer çıkmış AK Parti önünde yine bir ABD Temsilciler Meclisi karar tasarısı bulmuştu. Başbakan tasarının geçmesi halinde olacakları şöyle serdetmişti: “ABD, bölgedeki çok önemli müttefikiyle ortaklığında kayda değer azalma görür. Ermenistan da olumlu açılımlar ihtimalini kaybeder”. Tasarı geçti. Akabinde Başbakan atılacak adımlar arasında İncirlik anıldığında “Bunlar konuşulmaz, yapılır” demişti. Sonunda Türkiye’nin ABD ile ortaklığında bir azalma görülmediği gibi son dönemde iyice derinleşti. Başbakan’ın ABD ziyaretini iptali konuşulurken 3 Kasım 2007’de ziyaret gerçekleşti. Ermenistan’ın kaybına gelince, o sıralarda yeni başlamış olan protokol müzakeresi sürdü ve metinler geçen sonbaharda imzalandı.

Dünya meclislerinde 1965 yılından bu yana kabul edilen Ermeni Soykırım kararları sonucunda Türkiye bu 20 ülkenin hiçbiriyle ilişkisini bugün İsveç ile yaptığı gibi germedi. Hatırladığım tek ciddî gerginlik 1974’te Fransa’nın Marsilya’da Soykırım Anıtı’nın açılması sonrasında rahmetli Hasan Esat Işık’ı geri çağırmasıydı. Buna mukabil Başbakan, bu 20 ülke arasında Kıbrıs Cumhuriyeti ve Ermenistan dışındakilerin hepsine, hem de birkaç defa ziyarette bulundu. Ekonomik ilişkilerde hiçbir değişiklik olmadı, silâh ihalelerinden men edilen Fransa dahi artık ihalelere çağrılıyor.

Hükümet tepkilerinde eskiye oranla bir sertleşme olduğu aşikâr. Kaygı verici olan ikna ve diyalog iddiasında olan bir dış politikanın birdenbire kadim reflekslerine geri dönmesi. Ardı ardına Vaşington ve Stokholm sefirlerinin istişare için geri çağrılması; Vaşington sefirinin geri gönderilmesini alt komitede alınan kararın Genel Kurul’a inmemesi garantisi gibi imkânsız bir talepte bulunulması; Stokholm ziyareti ile ikili zirvenin tehir değil iptal edilmesi; iş dünyasına bu ülkelerle ilişkilerinin soğutmaları yönünde verilen tavsiyeler; tüm bu ‘sert tepkiler’, sert ama boş.

Zira sonunda yine Başbakan ABD’ye gidecek, sefiri de yanında götürecek ve orada muhtemelen Ermenistan konusunda önemli görüşmeler yapacak. AB’deki en önemli destekçimiz İsveç ile ilişkiler normalleşecek. Ermenistan ile Protokoller en azından seçim sonrasına kadar rafa kalkacak ama Vaşington ziyareti sonrasında Türkiye’nin bir-iki anlamlı jestle güven tazelemeye kalkışmasını beklemeliyiz.

Onur-gururdan geriye ne kalacak?

Bugünkü gayriciddî retorik köklü bir kurum olan hariciyeyi yıpratma potansiyeli taşıdığı gibi hükümetin bu hassas konuda kurusıkı tehditler savurmaktan başka bir şey yapamayacağına da işaret ediyor. CHP/MHP’nin bu konudaki değişmez ittihatçı çizgisiyle tam uyum gösteren AKP, kamuoyunu gerdiği gibi aynı perdesiz ve kendinden emin ifadelerle dünya kamuoyuna konuşuyor, Ermenistanlıları tehcirle tehdit ediyor.

Oylamalarla ilgili ‘itibarı yok’, ‘diaspora şov yapıyor’, ‘yakışmıyor’, ‘tarih önünde sorumlu olursunuz’, ‘komedi’ gibi gayriciddî ifadeler, keza bu oylamaların basit bir iç siyasî hesaba indirgenmesi, meselenin ne kadar bilinçsizce ele alındığını gösteriyor.  

Bu onur-gurur patlamasından ve protokollerin rafa kalkmasından geriye ne kalacak?

Bugün Türkiye, ABD’nin Demokrat idaresinin indinde görüşünü kabul ettirmek için tüm bağımlılar misali şantaj dozunu her defasında artırmak zorunda olan, sonuçta güvenilmez bir ülke imajı veriyor. Türkiye ile birlikte dış politikanın mimarı Davutoğlu’nun imajı da bu vesileyle büyük yara almış bulunuyor.

İkincisi, daha geniş bir açıdan bakıldığında son dönemde ayyuka çıkmış olan “Türkiye doğuya, Müslüman dünyaya mı dönüyor?” sorusuna verilen cevabın ana unsuru Ermenistan’a açılımdı. Bu ortadan kalktığında geriye Ömer El-Beşir, Hamas ve Ahmedinecad açılımları görüntüsü kalıyor.

Üçüncüsü, dünya âlemi barıştırmaya heveskâr Türkiye’nin kendi iç ve dış bağlantılı meselelerini (Ermeni, Kürt, Rum) çözmedeki başarısızlığı sırıtmaya devam ediyor.

Dördüncüsü, doksan küsur yıldan sonra ilk kez, Ermenilerin başına gelen, aynı zamanda Anadolu’yu da perperişan eden ‘Büyük Felâket’i inkâr üzerine kurulmuş ve dünyada hiçbir kabul görmeyen devlet politikasından farklı bir yol izlenmeye çalışıldı. 1915’in yüzüncü yıldönümü ile gittikçe bunalan Türkiye’nin bu çıkar yol arayışı sonuç vermediği gibi, bildik sert, inkârcı ve savunmacı pozisyonlara anında geri dönüldü.

Sonuçta akıllarda kalacak olan Türkiye’nin kendi sorunlarıyla ilgili inisiyatiflerinin ne denli şark kurnazı, vizyonsuz, muhafazakâr ve taviz alır ama vermez olduğudur. Ama buna rağmen, konumu itibariyle önem arzeden bir ülke olması, adı edilen olumsuzlukların müttefikleri tarafından dengeleneceği anlamını taşıyor. Yani inisiyatif, Dışişleri Bakanı’nın temennisinin aksine hâlâ Türkiye’de değil.  Kanıtı, protokol fiyaskosudur.

Ezber bozamama halleri

Hükümet 2007 yazında Ermeni meselesinde 90 küsur yıllık resmî ezberi bozabilecek bir adım attı. Muradı ne olursa olsun bu adım önemliydi. Ama arkasını getiremedi. Şimdi esip gürlemeyi, fırça/posta atmayı, onur/gurur nöbetlerine girmeyi bir an evvel bırakıp sakinleşmesi, mevta olmuş Protokollerin dışında bir ara yol bularak Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirmeyi yeniden gündeme getirmesi gerekiyor. Bu esnada 1915 konusunda resmî inkâr hikâyelerinden ve ittihatçı masallardan farklı birkaç kitaba da başvurabilir. Zira bir yanda Türkiye’nin değişiminden dem vurmak diğer yanda ittihatçıların marifetlerini olumlamak mümkün değildir. Keza ittihatçı zihniyetin ‘mürteci’ veya ‘gâvur’, farklı kurbanları arasında tercih yapmak da mümkün değildir.  Dr. Cengiz AKTAR kimdir?

Galatasaray Lisesi mezunu olan Cengiz Aktar eğitimine daha sonra Sorbonne Üniversitesi’nde devam etti. İktisat alanında doktora yapan Aktar, 1989 -1994 seneleri arasında Birleşmiş Milletler’in çalışmalarının için yer aldı ve Avrupa Birliği’nin göç ve iltica politikaları konusunda biçimlenen hükümetler arası danışma kurulunun ikinci başkanı olarak görevlerde bulundu. 1994 - 1999 seneleri arasında ise Birleşmiş Milletler’in Slovenya Temsilciliği görevini üstlendi. Şu anda Bahçeşehir Üniversitesi Avrupa Birliği Bölüm Başkanlığı’nı yürüten Aktar’ın, AB üzerine birçok makale ve kitabı yayınlandı.

 Hükümet tepkilerinde eskiye oranla bir sertleşme olduğu aşikâr. Kaygı verici olan ikna ve diyalog iddiasında olan bir dış politikanın birdenbire kadim reflekslerine geri dönmesi.