Hafta sonu katıldığım toplantı, ayrımcılık ve nefret suçlarına yönelik bir sivil girişim olarak büyük önem taşıyor.
Geçtiğimiz hafta Sosyal Değişim Derneği’nin Irkçılığa ve Milliyetçiliğe “Dur De” girişimi tarafından düzenlenen bir toplantısına katıldım. Toplantı davetiyesinde “Nefret Suçları, Irkçı ve Etnik Ayrımcılık, İslamofobi ve Antisemitizm” karşıtı bir platform girişimi için aktivistlere mücadele çağrısı yapılıyordu. Panelde Galatasaray Üniversitesi’nden Prof. Yasemin İnceoğlu “Medyada nefret söylemi” ve Bilgi Üniversitesi’nden Avukat Ulaş Karan ise “Nefret suçlarının hukuki boyutu” hakkında birer sunum yaptılar. Salona girişimizde ise geçtiğimiz haftanın gerginliğinin üstüne “Hepimiz Ermeniyiz” posterleri bizi karşılıyordu.
Uzun bir aradan sonra Yasemin Hocamın bir dersini dinlemek oldukça keyif vericiydi. İlk sunum esnasında basından medyaya geçiş sürecinde medyanın artık yasama, yürütme ve yargı karşısındaki “bekçi köpeği” işlevini sürdüremediğinden ve iktidarın ideolojik söylemlerinin bir aracı konumuna dönüşmesinden bahsedildi. Ardından medyanın gündem yaratma teorisinin ışığında aktardığı ‘biz’lik tanımı ve bununla pompalanan ırkçı nefret söyleminin sonuçları örneklerle açıklandı. Özellikle Gazze Operasyonu döneminde kimi medyaların antisemit söylemlerine ve kanaat önderlerini de kullanarak nefret ideolojisini beslediğine hep beraber şahit olduk. Medyanın gittikçe neden sorusundan uzaklaşan; bilinçlendirmek yerine ön yargıcı tutumuna karşılık İnceoğlu, yurttaş gazeteciliğini bir alternatif model olarak bize sundu. Medya manipülasyonunu yerinden ve yerel gazetecilik ile üstesinden gelmeyi amaçlayan yurttaş gazeteciliğinin yanında da kültürlerarası diyalogun nefrete dur demek için bir araç teşkil edebileceği belirtildi. Sunum esnasında Beyoğlu Musevi Hahamhanesi tarafından yaptırılan “Farklı Kimliklere ve Yahudiliğe Bakış Algı Araştırması” sonuçları da referans olarak gösterilerek, % 90’ı Yahudiler’i tanımayan toplumumuzun nasıl da % 42’sinin “Yahudi komşu istemiyorum” cevabını verdiği üzerinde duruldu.
Hemen ardından söz alan Avukat Ulaş Karan ise nefret söyleminin hukuki boyutunu ülkemiz ve dünya hukukundan örneklerle anlattı. Bildiğimiz üzere iç hukukumuzda antisemitizme karşı olan ve bu yönde koruyucu esas bir kanun mevcut değil ve bu tip suçlar da nefret söylemi bağlamında değerlendiriliyor. Bunun yanında mevcut kanunların da uygulama sürecinde sorun yaşamaktayız. Cemaat avukatlarımız tarafından bugüne kadar açılan birçok dava ‘birebir saldırı’ unsuru olmadığı gerekçesi ile takipsizlikle sonuçlanıyor. Bilindiği üzere özellikle Holokost inkârı gibi suçlar Avrupa’da ciddi cezalar görmektedir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de Holokost konusunu ifade özgürlüğünün dışında tutar, bunun tarihsel gerçekliği kanıtlanmış bir olgu olduğunu kabul eder. Bu yüzdendir ki Avrupa’da bu tip suçların ceza yükümlülüğü de bir o kadar yıldırıcı olmaktadır. Sunum çerçevesinde mevcut kanunların yetersizliği ve uygulamadaki eksiklerin bu tip suçları körüklediğine değinildi.
Her iki sunumun ardından açıklamalarda bulunan “Dur De Girişimi” temsilcileri ise kimi gazetelere ilişkin son on yıllık bir gazete taraması yapıldığını ve 30.000 adet nefret söylemi örneği ile karşılaştıklarını belirttiler. Bundan evvel Ankara ve İzmir’de de birer buluşma gerçekleştiği ve artık bu platformun hayata geçmesinin zamanı geldiği vurgulandı.
Sunum sonrası söz alan gazetemiz yazarlarından Denis Ojalvo ise öneri olarak medyadaki nefret söylemlerini ortadan kaldırmak için bir medya denetçiliği kanununun çıkarılmasını, bu denetçinin siyasi erkten bağımsız olması gerektiğini belirtti. Bu tip bir görevi Baskın Oran’ın başarı ile gerçekleştirebileceğini de sözlerine ekledi.
Bildiğiniz gibi nefret söyleminin engellenmesinde konunun medya ve hukuk boyutunun yanında bir de eğitim boyutundaki sorunların çözülmesi büyük önem taşıyor. Nefret söylemini engellemede eğitim seviyesinde tarih kitaplarında revizyondan başlayıp, Holokost eğitiminin müfredata girmesine kadar uzun bir çalışma süreci gerekiyor. Rahmetli Hrant Dink’in bir sözünden esinlenerek benim de aklıma “acaba daha ilkokul sıralarında kendimizi geniş topluma tanıtabilseydik ne kadar yol katederdik” sorusu geldi. Daha ilkokul 1’de öğrendiğimiz ilk cümleleri hatırlayalım: “Ali topu at! Ayşe topu tut!” Peki ya daha ilkokul 1’den “Ali topu İzak’a at!” diye başlayabilseydik, şu anki durum ne kadar farklı olurdu dersiniz? Yakın bir zamanda askere gittiğimde kışlanın ilk günü “Mois Gabay 335. Dönem İstanbul, Emredin Komutanım!” dediğimde acaba hayatında hiç bu isme aşina olmayan arkadaşlarım nasıl bir tepki gösterecekler merak ediyorum? Sanırım çoğumuzun bu tip bir askerlik anısı olmuştur. Evet, konunun bir de psikolojik boyutu ele alındığında tanımamanın korkuyu, korkunun da ayrımcılığı tetiklediğini gözlemlemekteyiz.
Hafta sonu katıldığım bu toplantı, ayrımcılık ve nefret suçlarına yönelik bir sivil girişim olarak büyük önem taşıyor. Ancak bu platform daha kurulmadan hangi ayrımcılığın daha önde tutulacağı, farklı ayrımcılığa uğrayan grupların birbirine bakış açıları gibi konular, yaşanacak zorluklar olarak göze çarpıyor. Bunun yanında biliyoruz ki gerçek başarı hem kanunlarda hem de medyada konuya ilişkin bir değişikliğin sağlanmasından geçiyor. Dünyanın her yerinde olduğu gibi antisemitizmin ülkemizde de endişe verici bir şekilde geliştiğin, bunun yanında da İslamofobia’nın ise yurtdışında çalışan işçilerimizin karşılaştığı ciddi bir sorun olduğunu biliyoruz. Aslında bu iki temel ayrımcılığa karşı alınacak önlemlerin diğerlerine de örnek teşkil edeceği bellidir. Bu her iki ayrımcılığa “yabancı düşmanlığı” başlığı altında bir savunma mekanizması geliştirilebilir. Bunun yanında çalışmaların sadece akademik veya lobi düzeyinde kalmaması, sokaklara taşınıp halkın bilinçlendirilmesi de gerekmekte.
Son bir senedir cemaatimiz tarafından yürütülen geniş topluma tanıtım çalışmaları da bir anlamda ayrımcılıkla mücadeleyi, eşit vatandaşlık ilkesini koruyarak farklılıklara saygıyı amaçlıyor. Bu konuda alınacak daha çok yol olmasına karşın her birey kendi tavrını ve tepkisini ortaya koyarsa bir gün elbet öteki medya da “Ya sev ya terk et “ tarzındaki haberciliğinden vazgeçmek zorunda kalacaktır. Okullarımızdan başlayarak toplumun her kesiminde “Ali topu İzak’a at, İzak’ı Agop’u tanı, onlar da bu ülkenin insanları!” bilincini geliştirdiğimizde arzu ettiğimiz eşitlik seviyesine de ulaşmış olacağız. Her türlü ötekileştirmeden, ayrımcılık ve yabancı düşmanlığından uzak barış dolu bir dünya dileklerimle…