Capcanlı Gaste: CAN DÜNDAR

Gerçekten de dedikleri kadar varmış! Çok kibar, çok romantik, çok hoş biriymiş Can Dündar

Aylin YENGİN Yaşam
24 Mart 2010 Çarşamba

NTV’nin Maslak’taki yeni binasına girdiğim andan itibaren, beni kapıda karşıladı, paltomu tuttu, çantamı taşımama yardımcı oldu, kahve ısmarladı… Tam bir centilmen! Ama tüm bu nezaketinin yanında çok bilgili, çok araştırmacı, çok derin bir insan. Ekranda görüyor, beğeniyle izliyorsunuz, gelin dilerseniz bir de onu kamera arkasından tanıyalım…

Ankara Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra eğitiminize devam etmek yerine neden Yankı Dergisi’nde çalışmayı tercih ettiniz?

Mezun olduktan sonra, gazetecilik eğitiminin gazeteci olmaya yetmeyeceği inancıyla ve gözlemiyle (özellikle de mezunların durumunu görünce) bu işin sadece eğitim alarak olmadığını, işin pratiğini de öğrenmek gerektiğini fark ettim. Ve bir yakınımı araya koyarak Yankı Dergi’sinde stajyer olarak çalışmaya başladım. 1983’e kadar beş sene çalıştım ve stajyer olarak girip, yazı işleri müdürü olarak çıktım. Ardından bir süre Hürriyet’te parlamento muhabirliği yaptım. Sonra da televizyon macerası başladı.

Londra’daki yıllarınızdan söz eder misiniz biraz? Size neler kazandırdı?

Bir süre Londra’da burslu eğitim gördüm. 80’li yılların ortalarıydı; Thatcher dönemiydi. Benim de meslekte biraz sıkıştığım, sıkıldığım, patinaj yaptığım bir dönemdi. Bir yenilenme ihtiyacı içinde olduğumu hissediyordum. İmdadıma böyle bir burs yetişti. İlk defa, Kültür Bakanlığı Türkiye’deki gazetecileri dünyaya açmak, dünyayı Türk gazetecileriyle tanıştırmak gibi bir projeye girişmişti. Ve genç gazetecilere burs vermeye başlamışlardı, ben de sınava girdim ve bursu kazandım. İlk aşamada yedi gazeteci birlikte girdik. Bana çok yararı olduğuna inanıyorum ve üstelik sadece dil ya da mesleki açısından değil. Aynı zamanda “Ben kimim, meslekte ne yapmalıyım?” gibi sorulara da yanıt buldum oradayken.

EĞİTİM Mİ DENEYİM Mİ?

Eğitim aldıkça mı daha başarılı olur insan, deneyimleri arttıkça mı?

Ben bu ikisinin birbirinden koparılamayacağını hayatım boyunca, biraz da tatbik ederek öğrendim. Gazetecilik mesleğinde şöyle bir şey var: iletişim okuduysanız, bu sektöre girdikten sonra biraz mesafeli karşılanıyorsunuz, çünkü oradaki alaylılar mekteplileri pek sevmiyorlar. Çekirdekten yetişenler, bu işin okulda öğrenilemeyeceğine inanıyorlar. Buna karşılık iyi bir gazetecisinizdir, bir süre sonra üniversitede öğretim görevlisi olmaya kalkışırsanız, orada vebalı muamelesi görürsünüz çünkü mesleğin bütün kirini, pisliğini üzerinize toplamışsınızdır. Üniversitede bir arınmaya ihtiyacınız vardır, her şeyi baştan öğrenmeye ihtiyacınız varmış gibi bir muameleyle karşılaşırsınız. Bana sorarsanız, akademinin sektörden, sektörün de akademiden öğreneceği çok şey var. İletişimin bu iki ana damarının aynı nehre akması lazım.

İnternet sitenizdeki biyografinizde “adımı ve tutacağım takımı seçme şansım olmadı” demişsiniz. Hangi takımı tutuyorsunuz?

Babam adımı, büyük hayranlık duyduğu Can Bartu’dan esinlenerek koymuş, dolayısıyla Fenerbahçeli olmaktan başka bir şansım yoktu. Ama benim, babam kadar güçlü bir takım bağlılığım olmadı, aksine hiçbir şeye ait olmamayı kendime ilke edindim. Hiçbir rozet takmamak, hiçbir takımın, partinin taraftarı olmamak gibi… Yani ismime rağmen futbola hiçbir zaman aşırı ilgim olmadı. Takımın üç oyuncusunu say deseniz, sayamayacak düzeydeyim (gülüşmeler). Buna rağmen Fenerbahçe’nin belgeselini yaptım, ama itiraf etmek zorundayım ki, çok da sevmedim futbol dünyasını.

Bu kadar yoğun bir insanın bir günü kaç saattir?

Yoğunluk ne yazık ki bana hep bir şeylerden kaçış gibi gelir. Onun için bununla övünmeyi sevmiyorum. Hayatı yanlı kurgulamakla ilgili olduğunu düşünüyorum ya da gereksiz bir iştah. Çok memnun olduğum bir durum değil. Bundan birkaç sene önce daha sakin bir hayat sürmeye ve daha kalıcı işler yapmaya karar vermiştim, ama sözümü tutamadım. NTV’den gelen bu cazip teklif içimdeki gazeteciyi dürttü, o yüzden her gece saat 24.00’e kadar buradayım. İnsanlara “günaydın” demeyi özlüyorum!

KİTAP MI TELEVİZYON MU?

Hangisi size daha çok keyif veriyor, araştırma yapmak mı, TV programları hazırlamak mı yoksa yazmak mı?

Kesinlikle yazmak! Kitap, makale her türlüsü… Kendimle kaldığım anlar bunlar. Çok iyi bir ekip çalışması dürtüsüne sahip olmadığımı düşünüyorum, kendi başımayken, yazıya baş başayken daha mutluyum. İşimden kesinlikle şikâyetçi değilim, şu anda da çok iyi bir ekiple çalışıyorum. Ama her gece iki saate yakın canlı yayında kalıyorum, bu da ciddi bir stres ve hazırlık gerektiriyor. Bana en ağır gelen, yaptığım işin yarım saat sonra bayatlamış olması. Ben bunları bilerek, daha kalıcı bir şeyler bırakabilmek için en başından beri belgesele, kitaba, sinemaya yönelmiştim. Oraya dönmek için sabırsızlanıyorum

Şiir yazmaya nasıl başladınız?

Hayatımda hiç şiir yazmadım. Çocukken anneler gününde anneme yazdığım şiir dışında (gülüşmeler).Valla öyle bir söylenti var ortalıkta, ama ben hayatımda hiç şiir yazmadım. Bazen internette de görüyorum. Onlar benim gazetede yazdığım yazılar, normal paragrafları ya da satırları mısra haline getirip yayınlıyorlar. Utanıyorum aslında bir şair görecek diye. Zaten bir iki kez şairlerden yorum aldım: “Çok güzeller, ama neden bu kadar uzunlar?” diye.

Sizin kadar romantik biri televizyonculuk yerine başka bir dalda daha mutlu olmaz mıydı?

Olurdu herhalde. Oluyor da üstelik... Yazı yazıyorum sonuçta, kâğıda döküyorum bu yönümü. Yazının içine, hayatın içinde olmayan şiiri katmaya çalışıyorum. Bunu da giderek daha az yaptığımı üzülerek fark ediyorum. Gündem çok ağırlaştı çünkü insanların beklentileri değişti. Eskiden daha özgür, daha edebi şeyler yazardım. Oysa artık bu kadar ağır bir gündemin içinde, bu şekilde yazmak beklentileri karşılamıyor sanki. Bir de, bu tür yazanlar giderek çoğaldı, dolayısıyla da tarzımı ister istemez değiştirdim.

 ‘Sarı Zeybek’ten ‘Mustafa’ya kadar neden belgeselleriniz çoğunlukla Atatürk odaklı?

Bildiğiniz gibi Sarı Zeybek ilk çalışmaydı ve 32. Gün’ün içinde bir haber olarak yayınlandı. Onu hazırlarken, bu konunun çok incelenmemiş olduğunu, Cumhuriyet tarihimizle ilişkimizin pek de parlak olmadığını, bilgimizin tarih ders kitaplarıyla sınırlı olduğunu fark ettim. Sonuçta ben öğrenmeye, öğrendiklerimi de paylaşmaya çalıştım. Zaten bunun ne kadar büyük bir ihtiyaç olduğu da sonradan ortaya çıktı.

‘Mustafa’ filmi çok ağır eleştirilere maruz kaldı. Yine olsa, yine çeker miydiniz?

Kesinlikle. Üstelik de bu kez daha cesur olurdum. İşin ilginç yanı ben Sarı Zeybek ile Mustafa’nın birbirlerinden farklı olduklarını düşünmüyorum. Mustafa’da içkisi, sigarası eleştirildi, oysa Sarı Zeybek baştan sona bununla ilgiliydi, Atatürk’ün ölüme gidiş hikâyesiydi. Biraz konjontürel etkisi olduğunu düşünüyorum. Son dönemde gösterime giren Veda ile Dersimiz Atatürk filmleri bunun kanıtı bence. Sanki “Yaptığımız o kadar günah ki, bunu düzeltmek için peş peşe filmler çekmek zorundayız!” der gibiler. Keşke bu filmler Mustafa’dan önce yayınsaydı, ben biraz da ilk olmanın acısını yaşadım. Seyircinin beklentisinin de etkisi var tabii. Bir kısım seyirci okul tarih kitaplarında gördüğü Atatürk’ü perdede izlemek istiyor, bir kısmı da zihinlerinde canlandırdıkları imaja zarar gelsin istemiyor.

Kendinizle gurur duyduğunuz eseriniz hangisi?

Kendimle en çok iftihar ettiğim eserim, 15 yaşına bastı. Oğlum en çok gurur duyduğum şey bu hayatta. Her gün yeniden kazandığım ödülüm olarak başköşemde duruyor.

Canlı Gaste nasıl gidiyor? 

Canlı Gaste’nin en önemli özelliği hayatımda ilk kez bana gazetecilikle televizyonculuğu ‘evlendirme’ şansını vermiş olması. Adı üzerinde gazete, ama televizyonda çıkarılan bir gazete… Bir haber bülteni esasen, ama bir yandan da ertesi günkü gazetelerle bir tür yarışma içindeyiz.

Türk basınındaki antisemitizmi fark ediyor musunuz?

Türk basını diye genellemek doğru değil – aslında hiçbir şeyi genellememek lazım. Yahudiler, İsrail, Türk basını, böyle şeyler yok. İlke olarak kendime şunu öğrettim: iyi Türkler var, kötü Türkler var; çok güzel gazeteler var, ele alınmayacak çamur gazeteler var. O yüzden hem evet, hem hayır! Türk basınında antisemitizm görüyor muyuz, diye sorarsanız: Evet, hem de en berbatını görüyoruz. Korkunç bir durum, bazen utanıyorum okurken, ama genellemek istemem. Üstelik bu yazılanların Türk halkında derin bir kök salmadığını görüyorum. Biraz zorlama aslında, “Böyle bakın, siz aslında busunuz, bunu kaybetmeyin,” yönlendirmeleri var, ama çok ilgi görmüyor. Diğer yandan bir bölümünün de suç kapsamında olduğunu düşünüyorum ve cezalandırılması gerektiğine inanıyorum.

Basındaki İsrail eleştirilerinin altında biraz da antisemit içgüdüler rol oynuyor olabilir mi?

Bunu ayırmakta çoğumuz, çoğu zaman zorlanıyoruz ve ne yazık ki İsrail de buna çok yardımcı olmuyor. Bazı olaylar hükümet politikası olmaktan çıkarılıp, Yahudiliğin bir politikasıymış gibi lanse ediliyor. Burada en sağlıklı çarenin şu olduğunu düşünüyorum: Yahudiler, Filistinliler ya da Müslümanlar gibi kamplaşmalar yerine, aşırı radikal grupları ele almamız ve bu aşırı uçtakilere karşı birlikte mücadele etmemiz gerekiyor. İsrail’in uyguladığı bir politika yüzünden, Müslümanların tüm Yahudileri düşman sayması çok yanlış, çok zarar veren bir durum. Yine aynı şeyi tekrar edeceğim: genelleme yapmamalıyız. Her insanın içinde iyi ve kötü var. Her toplumun içinde melekler ve şeytanlar var! Bizler meleklerle bir olup şeytanları yenmeliyiz.

Bu içten ve samimi röportaj için çok teşekkürler…

Can Dündar hakkında kısa kısa…

16 Haziran 1961’de Ankara’da doğdu. Mimar Kemal İlk ve ortaokulunda, Atatürk Lisesi’nde okudu. 1982’de A.Ü.S.B.F. Basın-Yayın Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. 1979’den itibaren sırasıyla Yankı (1979-1983), Hürriyet (1983-1985), Nokta (1985), Haftaya Bakış (1987), Söz (1987-1988) ve Tempo’da (1988) çalıştı. 1986’da İngiltere’de LondonSchoolof Journalism’i  bitirdi. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde Siyaset Bilimi dalında yüksek lisansını 1988’de tamamladı. 1996’da aynı bölümde doktora derecesi aldı. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde ve ODTÜ Siyaset Bilimi Kamu Yönetimi Bölümü Kültürel Çalışmalar lisansüstü programında ders verdi.
1988’de TRT Haber Dairesinde başlayan televizyonculuğunu, ‘32.Gün’ bünyesinde (1989-1995) yaptığı program ve belgesellerle sürdürdü. 1993-1994 yıllarında Show TV’de Mehmet Ali Birand’la birlikte ‘Çapraz Ateşi’ hazırladı. 1996-1998 yıllarında Show TV’de ‘40 Dakika’ adlı haber programını hazırlayıp sundu. 2003-2004 yıllarında Milliyet gazetesi için Popüler Kültür ekini çıkardı.1995’ten beri bağımsız olarak yürüttüğü belgesel çalışmalarının yanı sıra 2001 yılından beri Milliyet gazetesinde köşe yazıları yazıyor. 
NTV’de 19 Eylül 2006’da başladığı ‘Neden’ isimli tartışma programını hazırlayıp sunuyor. 
16 Şubat 2009'dan itibaren yine NTV'de "Canlı Gaste" programını yapıyor.
Evli ve bir çocuk babası.