Oslo’nun üzerinden on altı seneden fazla zaman geçmesine rağmen İsrailliler ile Filistinliler hâlâ barış anlaşması imzalamaktan çok uzak görünüyorlar.
Son on yıllık süreç hep anlaşmaları geciktiren olaylarla geçti. Hal böyleyken bölgenin gerginlikten kurtulması için daha az iddialı projeler üzerinde durmak ve onları hayata geçirmenin yollarını aramak daha doğru gibi duruyor. Böylece, bir ‘Filistin Devleti’ kurulması sonucuna gitmesi arzu edilen süreçte pozitif bir ivme kazanmak olası.
Oslo görüşmelerinin üzerinden on altı seneden fazla zaman geçti ve bugün gelinen noktada İsrailliler ile Filistinliler hâlâ barış anlaşması imzalamaktan çok uzak görünüyorlar. Son on yıllık süreç hep anlaşmaları geciktiren olaylarla dopdolu geçti: 2000 Eylül’ünde başlayan ikinci İntifada, Filistin’de 2006 yılında yapılan seçimlerde Hamas’ın çoğunluğu kazanması, Haziran 2007’de Gazze’yi kanlı bir şekilde ele geçirmesi, bölgede var olan çatışmalara hep su taşıdı.
Bugün de anlamlı bir anlaşma zemini sağlama durumu pek yok gibi… Bu da Filistin Özerk Yönetimi’nin kredibilitesini doğrudan etkileyecek bir durum. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile Filistin Özerk Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas arasında görüşmelerin bir noktaya varma şansı çok zayıf görünüyor. Özellikle, bir önceki Başbakan Ehud Olmert’in cömert tekliflerini elinin tersi ile iten Abbas’ın, çok daha radikal söyleme sahip Netanyahu ile anlaşması veya Netanyahu’dan Olmertvari tekliflerle masaya gelmesini beklemek, tam bir hayal! Bu durum ılımlarının elini zayıflatırken, her iki kampta sayıları her geçen gün artan
ve her tür anlaşmaya karşı çıkmayı kendilerine var oluş ilkesi edinen radikallerin ekmeğine yağ sürüyor.
Hal böyleyken bölgenin gerginlikten kurtulması için daha az iddialı projeler üzerinde durmak ve onları hayata geçirmenin yollarını aramak daha doğru gibi duruyor. Böylece, bir ‘Filistin Devleti’ kurulması sonucuna gitmesi arzu edilen süreçte pozitif bir ivme kazanmak olası. Diplomatik anlamda bu, Başkan George W. Bush’un 2002 yılında önerdiği yol haritasının ikinci safhası ile örtüşüyor. Söz konusu safha, tüm kılcal konularda mutabakat sağlanmaksızın Filistin Devleti’nin geçici sınırlarla oluşmasını öngörüyor. Kesin sınırlar üzerinde varılacak mutabakat, Kudüs’ün statüsü, göçmenlerin durumu gibi zor konular planın üçüncü safhasını oluşturuyor. Amaçlanan iki devletli çözümün çetrefilli konuların ipoteğinde kalmamasını sağlamak, şeklinde yorumlanabilir. Oslo görüşmeleri sonunda varılan anlaşmanın cüretkâr maddeleri, böylesi yaklaşımların karşılıklı kamplardaki radikaller tarafından rahatlıkla sabote edilebileceğini gösteriyor.
İsrail, Filistin yönetiminin iki devletli çözüm karşısındaki çekinceleri artmadan bu sonuca varmak için çaba harcamalı. Her ne kadar Abbas ve çevresi iki devletli çözüme sadıksalar da,
- genelde Filistin halkını bir kenara koyarsak - kendi partisi El-Fetih içinde olsun, eski görüşmeciler arasında olsun kopmalar başlamış durumda.
1967 öncesi sınırlar arasına sıkışmış küçük ve bağımsız bir devlet fikri aslında Filistin milliyetçiliğinin gönlünde yatan değil. Filistin, ulusal var oluş dürtüsü, Yahudi devletinin kurulması sürecinde yitirilen Arap topraklarının yeniden alınması etrafında anlam bulmuştur. Filistinli akademisyen Ahmet Halit’in ifade ettiği gibi “Bugün, Filistin Devleti fikri bizim tarihsel düşmanlarımız tarafından önümüze konmuş bir yaptırımdır…” Dahası, “Devlet önerisi, Filistinlilerin toprakları ile ilgili umut ve beklentilerine pranga vuran ve moral haklarından vazgeçmelerini buyuran bir zorlamadır…” Halit, 2001 yılında dönemin Filistin Yönetimi Başkanı Yaser Arafat ile yaptığı bir görüşmede, Arafat’ın kendisine devletin kendileri için ‘bağımsız bir kafes’ olacağını söylediğini ifade eder…
Birçok Filistinli bugün, İsrail’in işini kolaylaştıracak anlaşmalardan uzak durmalarının ileride kendilerini siyasi özverilerde bulunma gereği duymayacakları bir yapıya götüreceğini düşünüyorlar. Birkaç yıl içinde, her şeye rağmen geçerliliğini koruyan iki devletli çözüm erozyona uğrayacak ve doğal olarak değişik alternatifler birbirlerine rakip olarak gündemde yerlerini alacak. Eş deyişle Filistin toplumu zaman içinde kendini İsrail’in isteksiz kollarına bırakacak ve yıllardır İsrailli liderlerin kaçındıkları demografik Arap çoğunluğu siyaset sahnesinde yerini alacak. Bu İsrail’i, adeta İngiliz mandası hiç bitmemişçesine, Arap bir çoğunlukla aynı toprakları paylaşma ve burada beraber yaşama noktasına getirecektir.
Halit, esasında İsrailliler ile Amerikalıların anlamak istemedikleri bir noktaya işaret ediyor.
Filistin toplumu son dönemlerde ‘bağımsız bir devlet’ ile ‘özgürlük’ arasında farklılık görmeye başlamış durumda. Burada özgürlük, işgalin sonlandırılması anlamında kullanılmakta. Birçok Filistinli İsrail’in kontrolü altında yaşamak istemediğini söylerken, toprakların bölünmesi gereği üzerinde durmuyor. Gittikçe fazla sayıda Filistinli, devlet opsiyonu haricinde alternatife kafa yormaya başlamış durumda. Alternatiflerden biri, eski Ulusal Konsey Başkanı Abdülmuhsin El Kattan tarafında dillendiriliyor. Öngörülen Akdeniz ile Şeria nehri arasındaki bölgenin toprak bütünlüğünün korunması ve gevşek bir merkezi hükümetle iki ayrı ve güçlü otonom bölgenin, siyasi olarak yapılandırılması. Bir adım öte, öneride, otonom bölgeler arasındaki sınırların kesin olarak işaretlenmiş olması şartı da aranmıyor. Arap liderler arasında popüler olan bir alternatif de üniter bir devlet yapısı. Bu devlet, demografik olarak ağır basacak Araplar tarafından kontrol edilecek, şüphesiz.
Hiçbir İsraillinin bu senaryoları kabul etmeyeceği aşikâr. İşte tam da bu yüzden, İsrail ivedi bir şekilde bölgede bir Filistin Devleti’nin, geçici sınırlarla da olsa, kurulmasını sağlamak zorunda. Başka bir ifade ile İsrail Filistinlilere barıştan daha ucuza devletlerini - Filistinli liderler iki devletli çözümden caymadan - vermek durumunda.
Gerçi Filistin idaresinin geçici sınırlara sahip bir devlet fikrine sıcak bakmadığı biliniyor. Ancak Filistinli liderleri bu konuda ikna etmek olanaksız değil. Bu ABD ile Avrupa Birliği’nin sıkı diplomatik çabaları ile başarılabilir. Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi bölge ülkelerinin desteğini kazanmak da eş değerde. Bu devletlerin desteğinin kazanılması Filistin yönetiminin önünü açabilir ve yöneticilerini yeni bir durum değerlendirmesine ikna edebilir. Bu çabalar insani ve ekonomik bir paketle desteklenebilir.
İsrail’de de şüphesiz aşırı sağ partiler ve kamuoyu bu önerinin önüne set çekecektir. Yerleşimler ya boşaltılmalı ya da ordu kontrolüne devredilmeli. Böylece, Batı Şeria’nın derinliklerindeki İsrail varlığının sıkıntılı bir döneme gireceği mesajı burada yaşayanlara açıkça verilmeli… İsrail hükümeti de buraları boşaltacaklara yeni konutlar, iş olanakları yaratma noktasında kapsamlı sosyal politikalar oluşturmalı. Elbette bu İsrail’de toplumsal çalkantılara yol açabilir. Milliyetçi çevreler konuyu sokağa taşıyabilir ve Netanyahu hükümeti kendi partisi Likud içinden gelecek sert eleştirilerle karşılaşabilir, hatta mecliste düşürülebilir de…
Her durumda, kesin barış anlaşmalarının keskin virajlarının getireceği sıcak gündem maddeleri çok daha yıkıcı sonuçlara yol açacaktır. Bu ara formül ile hem Filistin Özerk Yönetimi’ne nefes alabileceği, sosyal refahı arttırabileceği zaman verilecek, hem de radikal söylemlerle dikkat ve taraftar çeken Hamas’ın hareket sahası siyaseten daraltılacak… Ve İsrail’in önü, iki devletli sonuca giden bir süreçle açılacak…
İsrail ile Filistin arasında bu gibi bir anlaşmanın imza altına alınması, 1994 yılındaki Ürdün – İsrail anlaşmasından sonra bölgede barışa giden yolda girişilen en kapsamlı çalışma olacaktır. Kudüs’ün statüsü, yerleşimler sorunu, mülteci talepleri gibi sorunların zaman içinde yeniden yapılandırılabilmesi barışa bir şans vermek adına önemli bir adımdır, kuşkusuz...
Kaynak: Foreign Affairs / Mart – Nisan 2010