‘İstanbul, bu şehre sevdalıların vazgeçilmezliği…’ Kimbilir kaç kez doyumsuz bir Boğaz manzarası ya da Adalar’ın nefes kesen güzelliği karşında Ester Almelek’in kitabına isim olan cümleyi içimizden geçirmişizdir.
İstanbul, bu eserin lokomotifi, yazılma sebebi. Hoyratça hırpalanmasına rağmen o, yazarın yüreğindeki yerini başka hiçbir şehre kaptırmamış, başka bir kente tercih edilmemiş; ne vals diyarı Viyana’ya, ne bohem Paris’e, ne de sanatın beşiği Venedik’e…
Ester Almelek’in deyişiyle “Bu Şehri Seviyorum” ne bir gezi rehberi ne de bir tarih kitabı… Yazar, söz konusu kentlerde yaşadığı deneyimlerden yola çıkarak bu şehirlerin kendisinde uyandırdığı duygu ve düşünceleri, ilginç anekdotları paylaşmış bizimle. Kiminde kültür ve sanat, kiminde tarih, kimindeyse nostalji ön plana çıkmış. Farklı kaynaklarda bulabileceğimiz birçok ilginç ayrıntı, Orhan Pamuk, Hıfzı Topuz gibi ünlü yazarlardan alıntılar kitapta uyumla buluşmuş. Ester Almelek ile dört kenti konuştuk. Kitap fikri nasıl oluştu? Bu kitap İstanbul sevgisiyle ortaya çıktı. İzmir’den sadece dört gün uzak kaldığım şehrime özlemle dönerken kendi kendime kim bilir kaçıncı kere, “Bu şehri seviyorum” dedim ve bir kitap yazmaya karar verdim. Bu sözüm kitabıma da başlık oldu. İstanbul’u gerçekten çok seviyorum, burası bağımlılık yaratan bir yer ve bu şehre sıkı bir aidiyet duygusuyla bağlıyım. İstanbul dışındaki kentlerin seçimini nasıl yaptın? İstanbul’u yazmaya karar verince hayatımı etkileyen diğer şehirleri de düşündüm ve yola çıktım. Paris ve Venedik hem turist olarak hem işim nedeniyle halen sık sık ziyaret ettiğim şehirler. Viyana ise eşimin işi dolayısıyla 30 sene önce ailece gittiğimiz ve bir yıl kaldığımız bir kent. Ben şehirlere âşık olurum, bu anlamda Viyana’yı da sevdim ama orada ciddi bir şekilde İstanbul hasreti çektim. Ve Viyana’ya bir daha hiç gitmedim. Viyana bana İstanbul’dan hiçbir zaman ayrılamayacağımı gösterdi. O açıdan hayatımda önemli bir yeri var bu şehrin. Sanırım Paris’te de kalsaydım, frankofon olmama rağmen, sonuç değişmeyecekti. İstanbul tutkusunu nasıl açıklıyorsun? İnsanın doğduğu şehrin çok önemli olduğunu düşünüyorum. İstanbul çok güzel bir yer, hele galeriyi Bebek’e taşıdıktan sonra, buna bir kez daha emin oldum. Her gün işime gitmek için Kuruçeşme’den Bebek’e yürüyorum ve güzergâhın manzarasını, güzelliğini bıkmadan seyredip yeniden hayran oluyorum. Eskiden yurtdışı seyahatlerimden döndüğüm zaman soluğu Ortaköy’de deniz kıyısında alırdım; burası o kadar güzel bir şehir ki, her zaman mutlulukla geriye dönüyorum. Zaten son yıllarda yolculuk etmeyi sadece yeni yer görmek gibi algılayamıyorum. Ayrıca yaşamım süresince ille de bütün dünyayı göreceğim gibi bir şartım da yok! Zaten çok güzel bir yerde yaşıyorum. Kültürünü, dilini bildiğim bir yeri defalarca görmeyi, gezmeyi tercih ediyorum. İstanbul’u yabancılar da seviyor. Asırlar boyunca şehri ziyaret eden ya da buraya yerleşen özellikle edebiyatçılar, İstanbul üzerine birçok eser kaleme almışlar. Günümüzde de bu tutku devam ediyor, sadece sevdikleri için İstanbul’da yaşayan yabancılar var. Seyahat etmek, farklı ülkeleri görmek kişiliğini ve ruhunu nasıl etkiledi? Daha önce söylediğim gibi kültürünü bildiğim, kendime yakın hissettiğim yerlere gitmeyi tercih ediyorum. Bazı şehirlerin beni mutlu ettiği gibi bazıları da mutsuz eder; eski, ortaçağ atmosferi taşıyan yerler gibi… Mesela Viyana bana göre bir yer değil. Ünlü caddesi Ring’de dolaşırken bir an bir yerlerden atlı arabalar çıkacak zannedersiniz, öyle bir havası var. Böyle hissetmeme belki orada sıla hasreti çekmiş olmam da yol açmış olabilir. Sence neden Paris asırlar boyunca Türk edebiyatçılarının tercih ettiği bir şehir olmuştur? Osmanlı’dan başlayarak yıllar boyunca Fransızca ve Fransız kültürü çok etkin oldu bu topraklarda. Paris dünyanın merkezi gibiydi. Her aydının düşüydü bu kente gitmek. Paris’i ilk kez 1967 yılında gördüm. Fransız okulunda okuduğum için sadece dilini değil, bütün sokak isimlerini, yazar adlarını biliyordum. Dolayısıyla kendimi bu şehre yakın hissediyordum. Tabii günümüzde hem Türkiye’de hem dünyada Fransızca ve Fransız kültürü eski önemini yitirdi. Türk yazarlar Batı’ya giderken mesela Fransız yazar Pierre Loti şark’ı tercih etti ve uzun yıllar İstanbul’da yaşadı. Dört şehrin kitabındaki kurgusuna nasıl karar verdin? Önsözde de belirttiğim gibi bu bir gezi veya tarih kitabı değil. İçimden geldiği gibi, o şehrin beni etkileyen özelliklerini dikkate alarak yazdım. Mesela İstanbul’u anlatırken yaşanmışlıkları göz önüne aldım. İçinde yaşadığım, sevdiğim semtleri yazdım. Diğer şehirlerin içeriği de o kentin bana hissettirdiklerine bağlı olarak değişti. Galericiliğinin kitabına nasıl bir katkısı oldu? Tabii ki 20 yıllık galericiliğimin kitaba katkısı yadsınamaz, özellikle içinde bulunan sanat fotoğraflarının seçiminde. Daha çok sanat yapıtlarının görsellerine yer verdim, İsrailli heykeltıraş Frank Meisler’in Freud heykeli gibi… Yazıdan daha çok fotoğraf seçiminde titizlendim. Kitabın kapağına Amadeo Preziosi’nin bir İstanbul tablosunu koydum. Hıfzı Topuz’un önsözü de çok hoş olmuş… Hıfzı Topuz ile çok evvelden tanışıyoruz. Galeriye gidip gelirdi. Kitabından alıntı yapmak isteyince izin almak üzere kendisini aradım ve bu arada kitabımı da okumasını rica ettim. İlk okuyan gerçekten de Hıfzı Topuz’dur. Kitabımla ilgili yorumları beni çok yüreklendirdi ve yazdığı önsöz kitabıma değer kattı. Kitaba tepkiler gelmeye başladı mı? Evet, okuyanlar beğeniyor ve kolay okunduğunu, bilgilendiklerini söylüyorlar. Sonuçta bu dört şehir de herkesin gittiği ve sevdiği yerler. Reha Muhtar da Vatan’daki köşesinde kitaptan söz etmiş. Son olarak kent-insan ilişkisinden söz edecek olursak… Kent- insan ilişkisi bir kurala bağlanamaz, herkese göre değişir. Yaşam şartlarının getirdiği mecburiyetleri saymazsak her insan farklı bir nedenle bir şehirle özdeşleşir ve orada yaşamayı ya da oraya gitmeyi seçer. Yolda yeni bir kitap var mı? Evet, sanat ağırlıklı bir romanın hazırlıkları içindeyim.