Her yıl Nisan’ın ilk iki haftasında, İstanbullu sinefiller, şekerci dükkanına dalan çocukların iştahıyla, film festivalinin yapıldığı yedi salon arasındaki mekik dokuyor.
Gösterdiği filmlerin niteliği ve çeşitliliğiyle önder konumunu koruyan, uluslararası sinema endüstrsinin nabzını tutan İstanbul Film Festivali, 22 bölümde, 57 ülkeden, 200’ün üzerinde filmden oluşan bir program sunuyor. Bu yazımda festivalden ilk izlenimlerimi aktarıp, izleme olanağı bulduğum filmlerden bir seçki yapacağım
İstanbullu sinemaseverler 29 yıldır alışık oldukları Nisan başı tatlı heyecanını tekrar yaşıyorlar. Beyoğlu, Kadıköy ve Nişantaşı’ındaki yedi salon arasında mekik dokuyan sinefiller, 2009 ve 2010’un yeni yapımlarının yanısıra, sinemanın unutulmaz klasikleri ve usta yönetmenlerin başyapıtlarından seçmeler içeren, 200 filmlik programdan doğru seçkiler yapmaya çalışıyorlar. İşte ilk intibalarımız. EŞCİNSELLİK BİR HASTALIK MI? 34 yaşındaki İsrailli yönetmen Haim Tabakman çok gürültü çıkaran ilk sinema deneyimi “Gözleri Tamamen Açık / Einaym Pkuhot” ile çok cüretli bir konuya el atıyor. Kudüs’ün ultlra-ortodoks Meaşearim bölgesinde yaşayan biri evli, diğeri bekâr, iki erkeğin imkânsız aşkını anlatan film, İsrail’in dindar kesimine değişik bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Kadının toplumdaki yerini kötümser bir tonla ele alan Amos Gitai’nin “Kutsal / Kadosh”ını hatırlatan konusuyla, “Gözleri Tamamen Açık” evli Aaron’un, din okulu öğrencisi yakışıklı Ezri’yle aşırı tutucu Yahudi cemaatinin tam ortasında filizlenen tehlikeli aşkını anlatıyor. Yaşadığı çevrenin eşcinselliğe günah gözüyle baktığı, hastalık olarak kabul ettiğini gören Aaron ailesini ihmal eder, cemaatteki saygınlığını yitirir. Kendisine bağlı kalan, sevmeye devam eden, suskunluğunu koruyan karısı Rivka, tıpkı “Kutsal”daki acılı kadın gibi, itaatkar, kaderine razı, saygılı bir eştir. Radikal bir kesimin davranış şeklini iyi bilen senarist Merav Doster, bu özel bölgenin sakinlerinin tutkunlarını, isteklerini işlerken, Yahudi köktendinciliği, fundamantalizm, çevre baskısı temaları üzerine ilginç şeyler söylüyor. YARATICI, KIŞKIRTICI BİR BAŞYAPIT Cüretli seks sahneleriyle son Cannes Festivali’ne damgasını vuran iki film Lars Von Trieer’in “Antichrist”i ile Yunanlı Yorgos Lanthimos’un “Köpek Dişi” idi. İlk filmin vizyon şansı belirsiz ama ikincisi festival programı içindeki en önemli filmlerden biri. Yunanistan’dan gelen bu şok edici, yaratıcı ve kışkırtıcı film, atmosferiyle Michael Haneke’yi, duygusal sıkıntı açısından Von Trier’i anımsatıyor. Cannes’da “Belirli Bir Bakış” bölümünde Büyük Ödülü kazanmasına hiç kimsenin itiraz etmediği “Köpek Dişi”, üç genç kardeşin anne babalarıyla, sanki parallel bir evrende, farkında olmadıkları bir tutsaklıkla yaşadığı bir evde geçiyor. Film cüretli, şok edici seks sahneleriyle öne çıkarken, cinsel ilişkiler yakın plandan, bütün detaylarıyla perdede yer alıyor. Tarzı, yaklaşımı, tekniği, anlatımı, mesajı farklı, alışılmadık, öncü, zorlayan, cüretli bir deneysel film olan “Köpek Dişi” sertliği ve soğukluğuyla, Yunan sinemasından gelen şaşırtıcı bir başyapıt. Özellikle keşifci sinefillere seslenen, festivalin “Mayınlı Bölge” bölümünde yer alan bu film, sınırları zorlayan yaklaşımıyla övgüyü hak etti. YILLARA MEYDAN OKUYANLAR Festivalin “Yıllara Meydan Okuyanlar” bölümü, formlarını muhafaza eden, dünya sinemasına yön vermeyi sürdüren, ödüle doymayan usta yönetmenlerin son filmlerine yer veriyor. Yıllara meydan okuyan sinemacıların başında “Hiroşima Sevgilim” başyapıtıyla Fransız ‘Yeni Dalga’ akımına öncülük eden Alan Resnais geliyor. Son Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü ve Kariyer Özel Ödülü’nü kazanan “Yabani Otlar / Les Herbes Folles”da Resnais, kayıp bir cüzdan peşindeki orta yaşlı bir çiftin romantik maceralarını anlatıyor. Fransız zerafetinin simgesi keyifli diyaloglarıyla, sanatçının gözde oyuncuları Sabine Azema ve Andre Dussolier’nin doyumsuz güzellikteki performanslarıyla, hayattan tad almaya asılan orta yaşlı insanlar hakkında doğru ve lezziz tespitleriyle “Yabani Otlar” şeker şurup tadında bir film Filmin genç ve güzel aktris Anne Consigny festivalin bu yılki konukları arasında yer alacak. FİLİSTİNLİ GÖZÜYLE İSRAİL TARİHİ Filistinli olmayı kendine özgü şiirsel tarzıyla sorgulayan, uzun süre Paris ve New York’ta gönüllü sürgün hayatı yaşayan, Primo Levi hayranı Elia Suleiman, 29. Festivalde Cannes 2009’da Altın Palmiye için yarışan son filmi “Geride Kalan”da dahil olmak üzere üç filmle yer alıyor. Şiirsel bir mizansenle İsrail-Filistin sorununu evrensel bir boyuta taşımayı denerken, Suleiman, kendi hayatından yola çıkıp, 1948’den günümüze İsrail sınırları içinde yaşayan ailesinin öyküsünü anlatıyor. Günümüzün en önemli sorunlarından biri olan Ortadoğu çıkmazına entellektüel bir bakış açısı getiren film, dört bölümde ele alınmış. İsrail Devleti’nin kurulmasına direnç gösteren babasının 1948’de yazdığı mektuplardan, annesinin Filistin’i terkeden aile bireylerine yazdığı mektuplardan esinlenerek ele aldığı senaryoda Elia Suleiman, doğduğu topraklarda kalmayı yeğleyen “İsrailli Araplar” diye adlandırılan bir azınlığın sorunlarını dile getiriyor. Elia Suleiman’in gözünde bir kahraman olan babası Fuad’ın, 1948’de Nazareth’teki direniş hareketini anlatmakla başlayan film, skeçli bölümler eşliğinde, günümüze kadar gelerek noktalanıyor. Ümmü Gülsüm’den ve popular Arap şarkıcılarından derlenen, çok canlı müziklerle anlatımına dinamizm katan Suleiman, filmde kendisini sessiz bir şekilde canlandırıyor. İsrail sınırları içinde (her an sınırdışı edilme tehlikesi altında yaşayan) 1,5 milyon Filistinlinin sözcülüğüne soyunan, “Film yaparak umudumu korumaya çalışıyorum” diyen sanatçı, iyimserliğini de koruduğunu, kara mizah yaparken dahi konulara sevgi ve şefkatle yaklaşmaya çalıştığını söylüyor.