O her konuda mutlaka yazacak bir cümlesi, yapacak bir yorumu olan bir köşe yazarı. Son beş senedir Doğan Burda Dergi Yayıncılık Genel Müdürü ve İcra Kurulu Başkanı. Kızına tapan bir baba, seyahatsever bir araştırmacı. Dahası mı? Dahası sorularımın cevabında gizli! Bu arada bilmeyenleriniz için, Y. göbek adı Yakup’un baş harfi…
Aradan uzun zaman geçti, ancak Milliyet’ten Hürriyet’e geçişinizi bir de sizden dinleyebilir miyiz?
Hürriyet Gazetesi’ne geçmemin başlıca nedeni, Milliyet’in yönetimi ile aramızdaki anlaşmazlıklardır. Dolayısıyla Milliyet’in yönetiminden ayrılıp, Hürriyet’e yazar olarak geçtim. Aynı grupta devam etmek istedim, o gün öyle düşünmüştüm, halen de Doğan Grubu’nda çalışıyor olmaktan çok memnunum. Genel kanının aksine, Fatih Altaylı’nın Hürriyet’ten gidişinin, benim oraya transferimle hiçbir ilgisi yok, zaten ben geldiğimde, o gitmişti bile. Pek çok dergi ve gazetenin yayın hayatına geçmesini sağladınız. Gözbebeğiniz hangisi?
Dergilerden, benim için bambaşkadır diyebileceğim Blue Jean ve Tempo’dur. Blue Jean’in hazırlıklarına başlarken, kızım daha doğmamıştı ve büyüyünce okuyacağı bir dergi olsun gibi bir planım vardı. Eşim hamileydi o günlerde. Tempo ve Aktüel, benim kariyerimdeki en önemli dönüm noktalarından biridir. İkisi de, medyada bir tıkanıklığın, krizin yaşandığı dönemde yayın hayatına geçti. Ve her ikisi de, o ortamda bile farklı bir şeyler yapılabileceğini kanıtladı.
DERGİ Mİ GAZETE Mİ?
Ya gazeteler arasında?
Gazetelerden, Posta’nın benim için yeri ayrı, çünkü ilk defa çok satan bir gazete yaptık, zaten bu amaçla çıkartılmıştı. O sırlarda, Tansu Çiller başbakandı ve sadece Türkiye’ye özgü büyük bir ekonomik kriz çıkmıştı. O dönemde birçok insan işsiz kaldı, işletmeler kapandı. Dolar 7 liradan, yaklaşık 40 liraya fırladı. Ve gazeteler, kâğıdın ve mürekkebin ithal edilmesi nedeniyle bir anda korkunç pahalıya satılmaya başlandı. Dört büyük gazetenin fiyatı böylesine artınca, pek çok insan gazete okumamaya başladı. Posta buna bir çözüm olarak düşünüldü – az sayfalı ve buna bağlı olarak ucuz, ancak dönemin ucuz gazeteleri gibi uyduruk haberler ile çıplak kadın resimleri basmayan, gazete gibi bir gazete olsun istedik. Amacına da ulaştı. Radikal de benim için çok önemlidir. Manisa’da işkence gören çocukların haberi, Susurluk skandalının ortaya çıkartılması, Türkiye’deki ırkçılıkla mücadele meseleleri gibi önemli roller üstlendiğine inanıyorum.
Kendinizi ‘dergici’ olarak mı nitelendiriyorsunuz,‘gazeteci’ mi?
Bu ikisinin birbirinden çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Kendimi ‘yayıncı’ olarak tanımlasam daha doğru olur.
“Kadınları anlamaya çalışan adam” olarak soruyorum, gerçekten de o kadar zor mu bizleri anlamak?
Genel olarak sosyalist yapıda bir insanım, dolayısıyla kadın-erkek meselelerinin de sosyalizmin içerisinde çözülebileceğine inanıyordum. Ancak kızım doğduktan sonra kadın-erkek ayrımcılığı, cinsiyet ayrımcılığı üzerine daha fazla düşünmeye başladım. Bu konu hakkında okumaya başladıkça kadınları da daha çok merak etmeye başladım. Birbirine paralel olarak da ilerledi. Konu hakkında da epeyce ilerleme kaydettiğime inanıyorum. (Gülüşmeler…)
Kızınıza olan düşkünlüğünüzü bilmeyen yok. Kızınız büyüdükçe aranızdaki ilişki nasıl gelişiyor?
Kızım bugün 22 yaşında ve hiç kuşkusuz ki, büyüdükçe ilişkilerimiz daha iyi oldu. Bebekken bir oyuncak gibiydi benim içi, ama büyüyüp benimle fikir tartışmaları yapmaya başladıkça, anlaştıkça, ilişkimiz de dolayısıyla pekişti. Artık bana yanlışlarımı söylüyor. Bu da çok hoşuma gidiyor. NYU’da siyaset bilimi ve sosyoloji okuyor ve şu aralar daha çok akademik kariyerinde ilerlemeyi hedefliyor. Ama bir yanının da gazeteci olmak istediğini ara ara söylüyor. Zaman gösterecek…
SİBİRYA SOĞUĞU
Geçtiğimiz aylarda Trans-Siberia treniyle Rusya'yı dolaştınız. Nereden aklınıza geldi böyle bir seyahate çıkmak?
Bu yolculuk, uzun yıllar önce Doktor Jivago’yu seyrederken çok etkilendiğim bir şeydi. Zamanla, Sovyet Devrimi ile ilgili kitaplar okudum ve Rusya’daki demiryollarının Sovyet Devrimi’nin gerçekleşmesindeki rolünü gördükçe merakım daha da arttı. Ama bu konuyu kafamın bir kenarında rafa kaldırmıştım. Ta ki geçen sene ‘Transsiberian’ adlı gerilim filmini izleyinceye dek. Amerikalı bir çiftin Çin’den Moskova’ya heyecanlı seyahatlerini anlatan bir filmdi. Konu tekrar aklıma gelince, arkadaşım Mustafa Oğuz’a açmaya karar verdim. Ve sohbet sırasında ikimizin de bu işe gönüllü olduğu ortaya çıktı.
Ve valizleri topladınız…
Hayır, yolculuk öncesi yaklaşık beş ay boyunca bu işe hazırlandık. İnternetten araştırmalar yaptık, bol bol kitap okuduk. Çünkü oralara gidince, nereye gittiğinizi bilmeniz gerekiyor. Muhteşem, ama bir o kadar da ‘soğuk’tu. Termal kıyafetlere rağmen, aklınızın alabileceği bir soğuk değil, tahmin bile edemezsiniz! Hani İstanbul’a Sibirya soğukları geldi filan diyorlar ya bazen, onlar tamamen uydurma…
Emeklilikle ilgili planlarınız neler?
Emeklilik sonrası evde oturacağımı düşünmüyorum, ama güneyde bir yerlerde, Bodrum olabilir mesela, bir mandalina bahçesi içinde bir taş evde yaşamak isterim. Küçük bir de teknem olursa, daha da iyi olur. Kitap yazarım, diye tahmin ediyorum.
Trans-Siberian yolculuğunuzu mu yazarsınız?
Öyle tahmin ediyorum. Ama yazmak için, bu yolculuğu şimdi yaptığımızdan daha farklı bir şekilde yapmak gerekiyor, çünkü biz trenden büyük şehirler dışında hemen hemen hiç inmedik. Diğer istasyonlarda sadece 5-10 dakika durduk. Böyle bir kitap yazmak için bu yolculuğu bir kez daha yapmak gerekir. Benim kafamda Sibirya kar, kış, buz ile özdeş, ama bir daha gidilirse bahar aylarında gidilir. En iyi mevsimmiş. Baykal Gölü kıyısında İgor diye bir lokantacıyla tanıştık, o söyledi. O havalarda kızlar da daha güzel giyiniyorlarmış.
Bensiyon Pinto’nun ‘Anlatmasam Olmazdı’ adlı kitabının ardından, ‘geniş toplumda Yahudi olmak’ diye bir köşe yazınızı okumuştuk. Hatta makaleniz Ladino’ya çevrilerek Şalom’da da yayınlanmıştı. Günümüz politikasında, bu konudaki düşünceleriniz değişti mi?
Yok değişmedi. Bu sadece Türkiye’ye özgü değil, dünyanın hemen her yerinde böyle. Büyük toplumlarda çoğunluk, çoğu zaman, azınlıkta olanları ezdiğinin, onlara haksızlık yaptığının bile farkında olmuyor. Onun için azınlıkta olmak her zaman için zor bir durum. Sanırım bir tek Amerika’da azınlık diye bir kavram yok, ama orada bile zencilere yakın zamana kadar neler yaşattıklarına, onları ne tür ayrımcılıklara maruz bıraktıklarına tanık olduk. Türkiye’de de bu sürüyor hâlâ. Yahudiler, Ermeniler, Rumlar dışişleri bakanlığında meslek memuru olamıyor, subay olamıyor. Bir askeri okula gitseler er çıkma olasılığı %99. Onlar da kendilerini üniversitelerin daha demokratik ortamlarında geliştiriyorlar. Bu da bir ayrımcılık. Bu ayrımcılığın farkındaysan ve mücadele etmiyorsan çok ayıp; farkında değilsen daha da ayıp! (http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=9833660&yazarid=148)
Sizce Türkiye’de Yahudi-Müslüman ilişkisi mi daha sağlam temellere dayanıyor, yoksa İsrail-Türkiye ilişkileri mi?
Türkiye’de Yahudi-Müslüman ilişkisinin daha sağlam temellere dayandığını düşünüyorum çünkü çok uzun bir süre birlikte yaşadılar. Osmanlı’dan beri… Bu küçümsenebilecek bir deneyim değil. Osmanlı döneminde Yahudi-Müslüman ilişkileri Rumlarla ya da Ermenilerle olan ilişkilere oranla bir adım öndeydi. Türkiye-İsrail ilişkileri kaçınılmaz olarak İsrail-Filistin ilişkilerinden, Türkiye-Amerika, Amerika-İsrail, Türkiye-Arap ilişkilerinden etkileniyor ve bu da gayet doğal. Çünkü reel politika böyle bir şey. Her ülkede değişen siyasi gerilimler, iktidarlar da bunu tetikliyor. İsrail’deki bir bakan, Türk büyükelçisine karşı bir şey yapınca, ilişkiler bambaşka bir boyuta gelebiliyor ya da Türkiye’de Başbakan İsrail hakkında bir şey söylerse durum gerilebiliyor. Yani bu açıdan Türkiye-İsrail ilişkileri daha oynak bir zemine sahip.
Peki ya son dönemde?
Yahudi-Müslüman ilişkileri de tabii ayrımcılık ve ırkçılıktan ister istemez etkileniyor. Müslüman’ın Yahudi’yi ‘öteki’, Yahudi’nin Müslüman’ı ‘yabancı’ olarak görmesi, bunlar önemli şeyler. Son dönemde yapılan araştırmalar beni şaşırtıyor aslında, çünkü ben çevremde Yahudi komşu istemeyen hiçbir Müslüman tanımıyorum, ama bu benim tanıdıklarım elbette, daha okumuş yazmış insanlar! Ama benim çevremde bile insanların bezen dinlerine göre yargılandıklarını görüyoruz. Bence “Yahudi tüccar dürüst olur” söylemi bile bir çeşit ırkçılıktır.
Mehmet Yakup Yılmaz
1956 yılında Malatya'da doğan Mehmet Yakup Yılmaz, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Yayıncılık kariyerine 1975 yılında Ankara'da, Yankı Dergisi ile başladı; aralarında Tempo, Aktüel, Blue Jean, Cosmopolitan, Auto Show, Oto Haber, Sinema ve Spor Gazetesi’nin de bulunduğu çok sayıda dergi ve gazetenin yayın yönetmenliği görevlerini yürüttü. Meslek yaşamı boyunca Bir Numara Yayıncılık, Sabah ve Hürriyet dergi gruplarında görev alan Yılmaz, 1995 yılında Fanatik ve Posta Gazeteleri’nin, 1996 yılında ise Radikal Gazetesi’nin yayın hayatına geçirilmesini sağladı. 2000-2005 yılları arasında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni ve Doğan Gazetecilik A.Ş. Murahhas Üyesi olarak görev yaptı. 2005 yılından itibaren Doğan Burda Dergi Yayıncılık Genel Müdürü ve İcra Kurulu Başkanı olarak görevlerini sürdürmektedir.