Geçtiğimiz Cuma akşamı İstanbul 2010 Kültür Başkenti tam olarak bir Katalan beyefendisini, dünyaca ünlü Jordi Savall’i, Osmanlı müziğinde Ermeni ve Sefarad öğeleri üzerinde odaklandığı “İstanbul 1710 Dimitri Kantemir Edvarı” çalışmasından örnekler içeren bir konserle konuk etti.
Cumhuriyet Gazetesi’nden deneyimli siyaset ve müzik yazarı Zülal Kalkandelen’in yanısıra, Jordi Savall ile konser öncesi söyleşirken, tarihçi-müzisyen-yorumcu kişiliğine zaten hayran olduğum sanatçıyı zarafeti, bilgeliğe varan olgunluğu ve sımsıcak yüreğiyle daha yakından tanıma imkânını bulduğum için kendimi çok şanslı hissettim.
JORDİ SAVALL: Bir müzik arkeoloğu ve konservatörü
Yönetmen Alain Corneau’nun “Dünyanın Tüm Sabahları” adlı kült filminin unutulmaz müzikleriyle adını geniş kitlelere duyuran Jordi Savall, müzik çalışmalarına çok erken yaşta başladı. Igualada Çocuk Korosu’ndaki günlerinde çelloya gönül verdi ve Barcelona Konservatuarı’na yazıldı. Konservatuardan 1964 yılında çellist olarak mezun olduktan sonra, erken çağ müziğine olan ilgisi sayesinde “viola da gamba” ile tanıştı. 1968’de İsviçre’nin Basel şehrindeki Schola Cantorum Basilensis’de ileri müzik çalışmalarını sürdürdü. Oradaki öğretmeni August Wenzinger’in izinden giderek master class’lar vermeye başladı. Otantik çalgıları büyük bir ustalıkla kullanan ve aynı zamanda Avrupa Birliği’nin barış elçilerinden biri de olan sanatçı mükemmel tekniği, araştırmacı, yorumcu, öğretmen, proje yönetmeni nitelikleriyle tarihsel müziğe yeniden hayat veren, bugünün müzik dünyasının kuşkusuz en önemli yaratıcılarından. Yılda yaklaşık altı albüm kaydı ve 140 konserle dünyanın en üretken sanatçılarından biri olan Jordi Savall, kendi firması olan Alia Vox aracılığı ile eski çağların müziğinin elitist olmadığını kanıtlayarak, bu müziği genç kuşaklara tanıtıyor ve yaşamaya devam etmesini sağlıyor.
“Kudüs, İki Barışın Kenti” kitap-CD projesinin ardından, bu çalışmanızla Ortadoğu müziğini bir kez daha mercek altına alıyorsunuz. Bu bölgenin müziğinde ilginize çeken nedir?
Kantemir’in benim için anlamı çok büyük. Çünkü meşk edilerek öğrenilen, geleneksel makamsal müziği, en ince detayına kadar notaya dökerek ve çok ender rastlanıldığı üzere yazan, dolayısıyla bu müziğin günümüze hiçbir kayba uğramadan, içinde tüm incelikleri barındırarak gelmesini sağlayan kişi. Ayrıca çok ama çok güzel bir müzik. Bunun yanı sıra son yıllarda dünyaya baktığımda müziğin özellikle doğu-batı arasında çok önemli bir diyalog aracı olarak köprü görevi üstlenebileceğini düşünüyorum. Ne yazık ki, çok uzun yıllar dünyaya savaşın, orduların, silahların ve bombaların dili hâkim olurken, sanatın gücü göz ardı edildi. Ben sanatçı olarak bize düşen görevin bu birleştirici, barışçıl, demokratik ve sevgi dolu gücü yaygınlaştırarak dünyayı daha iyi yaşanabilir bir hale getirmek olduğunu düşünüyorum. Biz doğu-batı müziği sentezi çalışmalarımıza 35 yıl önce Sefarad müziği ile başlamıştık. Bu aynı zamanda bize geçmiş hakkında düşünmemizi ve ondan öğrenmemizi sağlayan bir süreç: İnsanoğlu hafızasını yitirdiğinde, insanlığını da yitirmiş olacak. Bu da Alzheimer hastalarının trajedisi değil mi? Alzheimer hastaları bu dünyaya dair tüm bağlantılarını kaybederken, her şeye rağmen müziğe dair hafızlarını koruyabiliyorlar! Çünkü müzik tinsel, hassas yapısıyla insanı çok derinden, farklı bir boyutta etkileyen bir araç.
Bu yolculuğa neden Sefarad müziğiyle başladınız?
Çünkü Monserrat Figueras ile evliydim.
Eşinizin Sefarad olduğunu bilmiyordum…
Hayır, Sefarad değil, daha doğrusu bilmiyoruz… İspanya’da muhteşem bir karışıklık var. Sefarad müziğinin basit güzelliği ve gücü beni ve eşimi hep çok derinden etkiledi. Bu müziğin gücünü nereden aldığını sorguladığımızda ise yüzyıllar boyunca tüm felaketlere ve zorluklarına rağmen ayakta kalmayı başarabilen insanların müziği olduğunu gördük. Müzik onların hayata birlikte tutunmalarını sağlayan sihirli bir değnek, bir çeşit “tutkal” oldu. Yüzyıllar sonra tekrar dinlediğinizde de aynı etkiyi yaratıyor. Bu tüm bir şekilde ezilmiş toplumların müziklerinde algılanabilen ortak bir özellik. Sonuçta insanlar hayatlarına bir nebze ışık tutabilmek, yüreklerini hafifletebilmek için müzik yaptılar/yapıyorlar ve bu hiç eskimeden her daim hissedilebilen, tüm basitliği ile sizi derinden etkileyen bir müzik.
AB Barış Elçisi olarak İstanbul’da vereceğiniz konsere dair biraz bilgi verebilir misiniz?
Bu konserde Osmanlı, Ermeni ve Sefarad müziğinden örnekler vereceğiz. Konserde bizim dışımızda yedi Türk müzisyenin yanı sıra Fas’tan, İsrail’den, Portekiz’den, Yunanistan’dan, Ermenistan’dan müzisyenler yer alacak. Bu ülke müziklerinin birleşen gücüyle ancak Avrupa’ya sesimizi duyurabilir, kendimizi kabul ettirebiliriz. Bu konserde her müzisyen kendi kimliğini ve kişiliğini korumakla birlikte, diğerini saygı duyarak dinleyecek ve ona yer açmaya çalışacak, dolayısıyla uzlaşacak. Bunun sonucunda ise farklılıkların uyum içerisinde yaşandığı bir buçuk saatlik bir zaman dilimi paylaşılacak. Dünyanın da sanki en çok buna ihtiyacı var…
Jordi Savall’e katılmamak elde değil. Farklıların kabul edilip, hoş görülmek yerine eşit haklara sahip olduğu bir dünyayı kim istemez!