/Soykırımın müziği

Rubi ASA
28 Nisan 2010 Çarşamba

..."bağırıyorlar, daha tatlı çalın ölümü; ölüm Almanya'dan bir usta müzisyen gibi çıkmalıdır, bağırıyorlar, daha boğuk çalın kemanları; sonra duman olup yükseleceksiniz havaya, bir mezarınız olacak bulutlarda; fena mı?

İnanın daha rahat yatılır oralarda"...

Paul CELAN ( Ölüm Fügü'nden)

ÖLÜM VE MÜZİK

Bir ölüm kampı düşünün, içinde barınan çalışan, acı çeken, her an ölümle yüz yüze gelen insanlara sunulan müzik, onlara gün boyu eşlik etmekte. Ne kadar da anlamsız bir düşünce, bir uygulama değil mi?

Aslında insan yaşamı müzikle başlar. İnsanın doğayla bir arada ve yaşamı süresince olduğu her yerde müzik vardır.

Doğumla anne ninnisinden başlayan, ölüm sonrası cenaze müziğiyle uğurlandığımız yaşamın her yerinde.

Doğanın bize sunduğu seslerin armoni kurallarıyla bir araya getirilmesiyle oluşan müzik, insanın tinsel dünyasının özgün ve farklı bir anlatım biçimi değil midir?

Kimi zaman düğünlere eşlik eder sevinçle, kimi zaman üzüntülere ağıtla… Kimi zaman da savaşlara kahramanlıklara ve milli duygulara.

SAVAŞ VE MÜZİK

Mehteran, savaşa giden Osmanlı ordularına moral veriyordu. Avrupa ordularında piyadeye vurmalı çalgılar eşlik ederken, kuruluş yıllarında Amerika’da, İrlanda da, İngiltere’de süvari birliklerine ise nefesli çalgılar eşlik ediyordu. 20.yy’ın başlarında Nazi Almanya’sındaysa müzik bir soykırım etiketiydi.

SOYKIRIM VE MÜZİK

Müzik, toplama ve ölüm kamplarında gerek kurbanlar, gerekse onların kasapları için hayatı ve yok oluşu daha tahammül edilebilir kılacak bir görev edinmişti. Bundan dolayıdır ki bu kamplarda işkence, ölüm ve müzik bir arada olabilmiştir. Hangisinin sesinin daha etkin olduğunu anlamakta güçlük çekebilirdiniz. Çünkü ayrı ayrı duyuldukları gibi her birinin müziği bir araya geldiğinde ölüm daha kolay katlanılır olmalıydı.

Naziler çalışma ve toplama kamplarına daha insancıl(!) bir hava yaratma arzusu için olacak ki çeşitli orkestralar kurmuşlar ve çeşitli etkinlikler düzenlemişlerdir. Nazi yöneticileri toplama-dağıtma ve imha kamplarını, kendilerinin de buralarda yaşayacaklarını hesaplayarak kurmuşlardı. Bu açıdan zamanla bu kamplardaki hayatı düzenlerken de hep bu gerçeği göz önüne almışlar ve müziği hem yok ediş, hem yok oluş serüvenine araç etmişlerdi. Nazilerin toplama kamplarında kurulmuş orkestralarından biri de Auschwitz’deki ünlü kadınlar orkestrasıydı.

Bu orkestranın bugün hayatta kalan tek üyesi, 86 yasındaki Anita Lasker-Wallfisch’tir. Kamp orkestrasının çellisti, orkestra şefi ve repertuar düzenleyicisiydi. Görevi, her ne pahasına olursa olsun, savaş sonrası yaptıklarından ve müzikten nefret ediyor da olsa bu onun hayatını kurtarmıştı.

Lasker Wallfisch’in sol koluna, kampa geldiği gün dövme ile numarası verilir: 69388.

Kayıt sırasında çello çalmasının istendiğini söyler ve böylece hiç ummadığı bir şekilde ve Nazilerin sanat ruhlarının etkilenmesi sayesinde ‘Kapelle’nin şefi, olağanüstü kemancı Alma Rose’nin himayesinde bulur kendisini.

Alma Rose, Viyanalı ünlü besteci Gustav Mahler’in yeğenidir. Müzisyen kızlardan oluşturduğu orkestrayı en iyi şekilde, olayların anlam ve önemini göz ardı etmeden çalmaya teşvik etmektedir. Müziğin kalitesi en az eylemin yüceliği kadar mükemmel olmalıdır. “İyi çalmazsak gaz odasını boylarız!” der müzisyenlerine.

Bu baskı altında, altı kemancı, bir bas, bir çellist, bir bateri, birkaç mandolinden ve soprano sesten oluşan kadınlar orkestrasının en sık çaldığı parçalar Nazi ruhunun yansıması ve Ari ırkın mükemmeliyetiyle örtüşen başyapıtlarıydı.

Bunlar Franz Schubert’in ‘Askeri Marş’ı, Robert Schumann’ın ‘Rüya’sı ve Johann Strauss’un ünlü ‘Mavi Tuna’ valsıdır.

Orkestra, bu parçaları, isçiler çok erken saatte kamptan çalışmaya gittiklerinde ve akşamları tekrar ölüm kampına döndüklerinde morallerini yükseltmek, iş gücünü arttırmak amacıyla veya özel vesilelerle Nazilerin kamplardaki çılgın eğlenceleri için düzenlenen akşamlarda çalıyordu.

Müziğin bu her iki yönde alçakça kullanımı ve istismarı için, kamplardan kurtulan ve savaştan 60 yıl geçmesine rağmen Anita Lasker-Wallfish doğru bir açıklama bulamadığını belirtiyor. Belki de bu gün hâlâ müzikten nefretinin kaynağında bu soruya yanıt bulamaması geliyor.

Oysa sadece sessizlik bu adaletsizliğin, acımasızlığın ve vahşetin en anlamlı müziği olabilirdi. Ama Naziler, eylemlerine ve vahşetlerine müziği bir kılıf gibi kullanma arzusundan asla vazgeçmediler. Bu durum, onların yaptıklarını daha asil daha gerekçeli ve geleceği yeniden biçimleme çabalarının haklı gururunu hissetmelerinin olanağını sağlıyordu.

Orkestra için bu zor ve onur kırıcı müzik icrası, onurun insan yaşamındaki son dayanağı olan ve orkestranın elemanları tarafından yapılan müzik, kampın kasapları için de bir rahatlama aracı günlük gerginliklerden ve vicdan muhasebesinden arınma eylemi de taşıyordu.

Lasker-Wallfisch  zaman zaman  özel olarak kampın ünlü doktoru Mengele için laboratuarında solo çaldığını ve doktorun uyku düzeninin bozulmaması için Schumann’ın ‘Rüya’sını  sıkça yinelediğini belirtiyor. Bu parça  Mengele’nin özellikle tutkuyla bağlı ve en sevdiği parçaların başında geliyormuş…

Toplama kamplarında yaşananlar, insanlığın 20.yy’da gezegen düzeyinde yaşadığı en büyük felaketlerden biri olmuştur.

20.yy’da insan, modern devlet terörüyle ilk kez böylesi bir soykırıma uğratılmıştır.

Ruhun gıdası olan müziğin, ruhun ölümüne neden olması, belki ilk kez bu kadar acımasızca gerçekleştirilmiştir.

Ölüm ve müzikle.