Olgunluk denen şey

Sağlık
28 Nisan 2010 Çarşamba

Nuia Mana


Yarın ölseydim, içim rahat giderdim. Belki toplumsal beklentilerin altında kalmış bir yasamım oldu. Ne de olsa evlenmedim, çocuk yapmadım. Kariyer derdinden sıyrılıp, o kadar okumuşken, kendimi ‘spritüel işlere’ verdim, gittim yoga filan öğrettim, belki de ‘kafayı sıyırdım’. Kimileri için aklı beş karış havada, ergenliği bitirememiş biri oldum. Aslında birçok insana göre ben hiç yaşamadım çünkü onların içinden geçtiği ‘olgunlaşma dönemi’ bana hiç uğramadı.

Yarın ölseydim, bilirdim ki yaptığım şeyleri ilk baslarda topluma bas kaldırmak yapmıştım. Ama sonrasında, olgunlaştıkça, “uymak ya da bas kaldırmak” ekseninden tamamen ayrılıp sadece kendi içimden gelenleri yaptım.  İster iyi, ister kotu, umurumda olmadı yaptığım şeye toplum tarafından verilen sıfatlar. Yarın gidersem biliyorum ki en azından yaşadığım eksen kendi eksenimdi.

On yedi yaşında da mavi oje severdim, otuza yaklaşırken de seviyorum. O zamanlar da aşk için Roma’yı yakardım, yine yakarım. Onsekiz yaşında ilk dövmemi yaptırdım, yirmi sekizinde de üçüncüyü. O zamanlar da tek başıma dolaşmayı severdim, şimdi de çok seviyorum. Eskiden sadece Bağdat Caddesi ile yetinirken yaş ilerledikçe kendimi Costa Rica, Las Vegas, Hawaii gibi yerlere götürdüm… “Bana yaşamadın” diyenlerin ‘sorumsuzluk’ olarak nitelediği şekilde gezdim hem de: Hawaii’ye vardığım ilk gün internete girip Google’dan buldum kalacağım yeri. Hiç planlamadan gittim. O kadar harikaydı ki, dönüşte uçakta ağladım.

Yaş almak olgunlaşmak demek değildir. Yılların geçmesi otomatik olarak olgunluk getirmez insana. Olgunluk denen şey hayata güvenmeyi gerektirir. Olgunluk denen şey kendini fiziksel, psikolojik ve daha derin bazda çözmüş olmanı gerektirir. Olgunluk sıkıcı bir hayata bürünüp somurtmak değildir. Olgunluk çocuğuna ben-bilirim taslamak değil, onunla beraber yeniden çocuk olmaktır. Olgunluk titrler ile kendini bezemek değil, hayatın en sade halini görebilmektir. Olgunluk bir çocuk gibi Allah’a güvenebilmeyi gerektirir.

İçimden geldiğinde tuvalette bile şükrettim Allah’a. İçimden geldiğinde kızdım ve bunda gayet samimiydim. Bağırdım çağırdım. Hiç uydurma minnetler koymadım O’nun önüne. O da bu samimiyetimi kanımca çok sevdi. Üniversitedeyken, arkadaşım aniden kalmaya geldiğinde ve yatıracak yerim olmadığında, “Allah’ım bir şilte lazım” deyip kapıyı açıp paket içinde kapının önünde şilte bulduğumu bilirim! Hiçbir komşuya ait olmayan ve sahibi bulunmayan o paket içindeki yepyeni şilte… Minnet ya da kızgınlık, samimi olunca duyuyor ‘yukarıdaki’.

Yalansız dolansız oldu onunla ilişkim. Yaptığım delilikleri O da sevdi sanki. O beni özgür ruhlu yarattı, nasıl sevmesin ki yaptıklarımı! Ben daha çok gün dünyada kalmak isterim. Allah isterse kalacağım da. Ve bu dünyayı gezmekten, farklı şeyleri tatmaktan vazgeçmeyeceğim. Evlenirsem de altımdan atımı çekecek adamla değil, beraber benimle oraya buraya at koşturacak bir adam alacağım. Kısraklarımız da bizimle ya da bizsiz özgürce koşar rüzgârın götürdüğü yere.

Yarın ölseydim ölüme de atımla coşarak gitmek isterdim. Hiç korkmadan ve tamamen Allah’ıma güvenerek. Sanki Hawaii’ye gidermiş gibi, kalacağım yeri hiç bilmeden ama güvenerek, ne olursa olsun iyi olacağımı bilerek… Sanki âşık olduğum bir adamı kabul eder gibi kabul etmek isterdim ölümü. Çünkü belki de Allah’a kavuşacağım. Belki de aşkların en büyüğüne kavuşacağım.

Bir keresinde biri arkamdan, “o kız su üzerinde yürür,” demişti. Yürürüm tabi, çünkü boğulsam da dert etmiyorum. Yürüyorum çünkü deniyorum, çünkü eğer kendi doğamda su üzerinde yürümek varsa bunu keşfetmek boynumun borcudur. Olgunluk yarım yamalak yaşayıp, yaş aldıkça da ölüm korkusuna bürünmek değildir. Olgunluk Allah ile samimi olmaktır. O seni nasıl yarattıysa bunu keşfederek ve hakkını vererek yaşamaktır.