20. yüzyıl Almanya ve Japonya gibi otokratik güçlerin demokrasiler tarafından ‘dize getirilmesine’ ve devamında gelen Soğuk Savaş’a sahne olurken, 21. yüzyılın tarihte nasıl bir iz bırakacağı henüz kesinleşmiş değil. Eskiden olduğu gibi demokrasiler yine galip gelecek mi yoksa yeni ekonomik güçler, farklı sosyal yapılar veya nükleer yapılanmalar mı bu asra damgasını vuracak?
Soğuk Savaş’ın simgesi Berlin Duvarı’nın 1990 Kasım’ında yıkılması ve bunu takiben Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine girmesi, tarihçilerin 20. yüzyılı irdelerken üstünde uzun uzun duracakları, sebep sonuç ilişkileri bakımından son derece önemli, bir olaydır, kuşkusuz.
Batı tarzı demokratik bir yaşamı özümsemek dağılan Sovyet Bloğu vatandaşları için nafile meydan okuma olmuştur. Demokrasiyi bulma yolunda yitirilen korkunç siyasi prestij bir yana, liberal ekonomiyi uygulama adına yaratılan kaotik zemin, ahbap çavuş ilişkileri içinde oluşan “korkunç zengin kesim” ile “sokaktaki adam arasında”, demokrasilere hiç de yakışmayacak uçurumlar; bir zamanlar düşman batı kulübünün çekim alanına girmiş eski uydu devletler vs… Bunlar, Sovyetlerin motor gücü Rusya’nın 21. yüzyıla girerken yüzleşmesi gereken gerçeklerdir.
Benzer sorunları piyasa ekonomisine geçiş sürecinde Çin de yaşadı. Sıkı devletçi politikaların, küreselleşmenin de etkisi ile terk edilme noktasına geldiği, batı sermayesinin oluk oluk aktığı, bu dünyanın en kalabalık ülkesinin ne kadar demokratikleştiği, yüzyılımızın onda birinin bitmek üzere olduğu bu günlerde, yanıtlanması gereken bir konudur.
Venezüella’nın liderliğinde ABD’ye karşı oluşan Latin Amerikan konsensüsü ve koyu Katolik bu yapının, koyu İslam başka bir yapı olan İran ile birlikteliği… Aynı bölgeyi paylaşmayan bu iki güç arasında, Washington düşmanlığından başka ne gibi ortak bir payda olabilir ki?
Tel-Aviv Üniversitesi’nde Ulusal Güvenlik Profesörü Azar Gat, Foreign Affairs dergisinin son sayısında çıkan yorumlarında, 21. yüzyılda tarihin hangi yöne yelken açacağını tartışıyor.
20. yüzyılda tanık olunan Almanya ve Japonya gibi otokratik yapıya sahip güçlerin demokratik ülkeler tarafından dize getirilmesi idi. Kimine göre yapısal sorunları nedeni ile kimine göre ise yalnızca güç dengesizliğinden dolayı, savaş onların aleyhine bitmişti. Ancak, demokratik yapıların, başarılarına rağmen, savaşın elden gittiğini çok geç fark ettiklerini ve harekete geçmekte dramatik hatalar yaptıklarını da not etmeden geçmemek gerekir.
20. yüzyılın Soğuk Savaşla anlam bulan ikinci yarısında tarih sahnesinden elini çeken demokratik olmayan büyük ekonomiler, asrın dönemecinde, Çin ile bir patlama yapar. Almanya ve Japonya’nın aksine Çin bugün demografik açıdan dünyanın en büyük ülkesidir ve büyük potansiyeli ile küresel krize rağmen, demokratik batı ekonomileri ile arayı bir ya da iki nesillik devrede kapatacak gibi gözüküyor. Rusya’da ise olay ekonomik boyutun yanı sıra siyasi güç ile anlam buluyor.
Bazı tarihçiler, modernlikten nasibini alan ancak siyasi, sosyal ve ekonomik açıdan batılılaşamayan bu gibi ülkelerin yapısal sorunlar yaşadıkları, kuralsızlığın içine itildiklerini ve dolayısı ile orta / uzun vadede başarılı olamayacaklarını iddia ederler. Ancak Hitler öncesi Prusya / Almanya’daki devlet geleneği, bugünün demokratik yapıya sahip olmayan Singapur’undaki yüksek refah ile ölçülen başarı, bu tür iddiaları geçersiz kılacak birkaç örnektir, Gat’a göre.
Aynı şekilde, gündelik yaşantıda hukukun üstünlüğü ilkesinin yine otokratik sistemlerde çuvalladığı yaygın olarak dile getirilen bir söylemdir. Buna devamla, ekonomik gücün dolaylı da olsa demokratikleşmeyi getireceği iddia edilir. Bu bağlamda, kapitalizmin bireyin tercihlerine öncelik tanıdığı ve bu sürece katkı sağladığı da genel kabul görmüş bir fikir gibidir.
Ancak Gat buna karşı çarpıcı bir tez getiriyor: Dünya ve devletlerarası ilişkiler tezatlarla doludur. Pazar demokrasileri, kapitalizm ile eşitsizliğe mahkûm edilen öte yandan demokrasi üzerinden sosyal adaletin mükemmeliyetini anlatan sistemler değil midir? Muhtemelen bundan dolayıdır ki, önceki dönem toplum bilimcileri, sosyalizmi başarılı devlet modeli olarak öngörmüşlerdi… Onlara göre geleceğe damgasını vuracak bir olguydu bu. Ancak bugün, tarih bunun da “sosyal yaşantı” için bir çözüm olmadığını yazıyor.
Günümüzün kendine özgü otoktratik yapılarından biri de İran’dır kuşkusuz. Petrol ve doğal kaynak zengini bu ülke, devletler topluluğunun önemli bir kesimi tarafından, özellikle son birkaç senedir yürüttüğü ve sonunun nereye gideceği pek belli olmayan nükleer macerası yüzünden, dışlanmış durumda. İran, ne Çin’e ne de Rusya’ya benziyor. Bu ülkelerde, çok kısa bir zaman öncesine kadar, inançlar bir farklılık unsuru olarak görülmüş ve bunlar sistemli bir şekilde törpülenmiş. Devlet çarkı ve sosyal yaşantı, her iki ülkedeki derin yorum farklarına rağmen, din ve onun getirdiği değerler zincirinin dışında tutulmuş.
Oysa İran’da durum tamamen farklı. Çok eskilere dayanan devlet geleneğinin izlerini sürmek hâlâ mümkün olsa da, İslam Devrimi ile başlayan süreçte, sosyal refahın bozulduğu, ekonominin – ardı ardına gelen ambargoların da etkisi ile – çöktüğü görülüyor. Aynı İran, devrim çerçevesinde kendi kendine yüklediği sorumluluklar yüzünden, kendini tedavi edeceğine, gitgide marjinalleşiyor.
Son seçimlerden sonra burada batılı anlamda bir demokrasinin hüküm sürdüğünü söylemek olası mıdır? Devrim Muhafızları’nın ve dini lidere bağlı milislerin devreye girmesi ile bastırılan muhalif sokak gösterileri, getirilen sansüre rağmen, burada işlerin çok da iyi gitmediğini gösteriyor. Son olarak, dini lider Ali Hamaney’in yardımcılarından Hüseyin Şeriatmedari, muhalefet lideri Mir Hüseyin Musavi’nin batı ile olan ilişkilerinin belgelendiğini iddia etti ve bir önceki cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi ile Musavi’nin yargılanmaları gerektiğini de sözlerine ekledi.
Gat’ın söylemleri dâhilinde, bu haliyle İran, ne Çin kadar, ne de Rusya kadar etkili olamaz. Hatta yeni yeni dünya siyaset sahnesinde yerini almaya başlayan Hindistan kadar bile sözü geçmez, çünkü dünyada, ekonomik anlamda da, demografik anlamda da etkili olabilecek bir yapısı yok. Nükleere doğru koşması da belki etkisini arttırmak ve en azından bölgesinde sözü geçen bir güç olmak istemesinden dolayıdır.
Çin ile Hindistan arasında Hint Okyanusu ve güneydoğu Asya üzerinde hüküm süren nüfuz kavgası, Çin ile Pakistan’ı, bir yerde de Hindistan ile Afganistan’ı yakınlaştırırken, İran bunun neresinde duruyor? İran’ın Taliban ile olan problemi, Pakistan’ı Taliban’a karşı desteklemesi, Pakistan’ın Hindistan ile olan tarihi çekişmesinde taraf olmasını gerektirir mi? İran kendi devrimini Ortadoğu’nun Arap ülkelerine satmak isterken, neden doğusundaki ülkeleri es geçiyor? Yoksa Tahran, kendi ülkesinin uzak, doğu topraklarına hâkim değil mi?
Bunları irdelerken, 21. yüzyılın önemli bir fenomeni olan ve Gat ile tezlerini irdelediği bazı başka tarihçilerin es geçtikleri bir konuya daha parmak basmak gerek: Terörizm!
11 Eylül ile başlayan ve daha sonra İstanbul, Londra, Madrid saldırıları ile devam eden terör zinciri bu yüzyılın başlangıcına damgasını vurdu. ABD’nin Afganistan’daki Taliban güçleri ve El-Kaide örgütüne karşı başlattığı operasyonlar, sonrasında Irak’ın işgali ve Saddam rejiminin düşürülmesi… Bunlar hep bu terör dalgasına alelacele verilen tepkilerdi ve sonuçları herkes için pahalı oldu. Fayda getirmesi beklenirken, dengeleri bozdu. Tarih, bozulan dengelerin, ancak kanla yeniden oluştuğunu defalarca kanıtlamıştır…
Oysa teröre karşı dünya ülkelerinin birleşmesi, birlikte tavır almaları, çıkarlarını bir kenara bırakıp, sorunları halletmenin en kalıcı yolunun, birbirini dinlemek, birbirini anlamak olduğunu farkına varmaları gerekirdi. Böyle olmadı! Herkesin kendine göre bir terör tanımı oluştu. Birilerine göre özgürlükleri için savaşanlar, diğerleri tarafından terörist olarak algılandılar… Ve terör, sözlük anlamı üzerinde dünya topluluğunun canı gönülden birleştiği, ancak iş, mücadeleye gelince, herkesin farklı yorumladığı bir olgu halini aldı. Temelinde sorunları hukuk dışı yollardan halletmek, siyaseti gayrı meşru zeminler kullanarak etkilemek var. Terör bunun için insanları öldürmekten, toplumsal huzuru sabote etmekten, o ana dek bin bir zorlukla hayata geçmiş hassas dengeleri allak bullak etmekten çekinmeyen kuralsız bir beladır.
Bugün gelinen noktada, Türkiye’nin bulunduğu coğrafya başta olmak üzere, yer kürenin hemen her noktasında, nüfuz adına, ekonomik çıkarlar adına, sosyal çatışmalar adına terörden medet umanlar var ve bu demokratik dünya için büyük bir talihsizlik. Ancak burada teröre destek vermeleri beklenen otoktarik yapıların da aslında kendi çaplarında çağın bu belasını lanetlediklerini görüyoruz. Onlar da, kendi çıkarları çerçevesinde, teröre karşı bir duruş sergilerken, yorumda demokratik blokla belirgin bir şekilde ayrılıyorlar. Çin – Tibet, Rusya – Kafkaslar, Pakistan – Taliban, Sudan’da yaşananlar, Sri Lanka – Tamil, Irak’taki çatışmalar, Ortadoğu’da Hamas, Hizbullah, İslami Cihad ve benzerleri, bu arada İspanya’da ETA ve de Türkiye’de PKK konusu… Bunların hepsi, derin çalışmalara konu olacak, ilk akla gelen, 21. yüzyılın sorunları…
Dolayısı ile tarih hangi yöne akıyor şeklinde sorulacak bir soruya verilecek yanıt, kolay olmaktan uzaktır. Tarihi, 20. yüzyılın mirası çerçevesinde mi okumak gerek, yoksa Azar Gat’ın tespitleri doğrultusunda, demokratik güçlerin tarihin yazılmasına olan katkılarının demokratik olmayanlarla bir olduğunu kabul edip, 21. yüzyıl için değişik bir yorum mu getirmek gerekir?
Her durumda, unutulmaması gereken gerçek, suyun, yolunu öyle de, böyle de bulacağıdır.