Aile içi dramları ve gizleri aktarmada ustalığını kanıtlamış Fransız sineması, edebi kökenleri sağlam Claudel’in, izleri uzun süre silinemeyecek türden sarsıcı filmiyle, bu türdeki başarı zincirine sağlam bir halka katıyor.
Sinemanın kısır yaz sezonunda, “Seni O Kadar Çok Sevdim Ki” gibi bir başyapıta rastlamak, çölde su bulmak gibi bir şey. 47 yaşındaki Fransız yazar, edebiyat profesörü ve akademisyen Philippe Claudel’in sinemadaki bu ilk yönetmenlik denemesi, kesinlikle ilgisiz kalmayacak bir başyapıt. Aile içi dramları ve gizleri aktarmada ustalığını kanıtlamış Fransız sineması, edebi kökenleri sağlam Claudel’in, izleri uzun süre silinmeyecek türden sarsıcı filmiyle, bu türdeki başarı zincirine güçlü bir halka katıyor.
Uzun yıllar hapis yattıktan sonra tahliye edilen, evlat katili bir kadının hayata dönme çabasını anlatan film, incelikli, dantel gibi örülmüş senaryosuyla, yalnızlık, vicdan azabı, suç ve suçsuzluk temalarını başarıyla işliyor.
Daha önce birkaç senaryo çalışması dışında sinemayla ilgisi olmyan Philippe Claudel’in, bu ilk yönetmenlik denemesindeki başarının sırrı, senaryosunda, bir cinayetin gizemini finale kadar taşıyabilmesi. Mahkemede susma hakkını kullanmış, kendini savunmayı reddetmiş, evlat katili bir annenin, 15 yıllık mahkumiyet hayatından sonra, kendine yeni bir hayat edinmeye çalışırken dahi, bu cinayeti işlemesinin nedenlerini etrafına anlatmamakta direnmesi, film boyunca gizemini koruyor.
KOYU, İNANDIRICI BİR TRAJEDİ
Bir trajediyi ağır ama emin adımlarla anlatan, tansiyonu sürekli ayakta tutan mizanseniyle hayranlık uyandıran Claudel, ilk filmini çeviren bir yönetmenden beklenmedik bir olgunlukla izleyicisini şaşırtıyor. Kocası tarafından cinayetten önce terkedilen, anne-babası tarafından reddedilen, 15 yıllık hapishane döneminde kızkardeşi Lea dahil, hiç kimse tarafından ziyaret edilmeyen Juliette, uzmanların aile ortamına dönmesine tavsiyesiyle, kızkardeşinin evine yerleşir. Ablasını sıcak karşılayan, kucak açan Lea, dedektif gibi çalışıp, evlat katili Juliette’in yaşamındaki gizi ortaya çıkardığında, izleyici gözyaşlarını tutamayacaktır.
İşlediği korkunç suçun acısı ve vicdan azabıyla, normal hayata dönmekte zorlanan, anne-babasının nefretini kazanmış, herşeye yabancılaşmış, orta yaşlı bir kadının ruh halini perdeye yansıtmadaki ustalığıyla, yazar-yönetmen Claudel, hayranlığımızı kazanıyor. Tahliye olan, ancak kafasındaki çıkışı olmayan bir hapishanede yaşamaya devam eden acılı bir annenin yeniden yaşamayı öğrenme çabası, edebi kökenleri sağlam bir yazarın, usta işi kaleminden beyaz perdeye aktarılmış. Sözcüklere olan hakimiyetini senaryosuna yansıtan edebiyat profesörü Claudel, karakterlerine eşit mesafede yaklaşmada ve aktarmadaki becerisini, filmin hiçbir yerinde sarkmayan, ölçülü ve dengeli mizanseninde tekrarlıyor. Müthiş bir incelikle anlatılan bir dram, atmosfer yaratmada üstün beceriyle, gözlerimize bir insanlık durumu öyküsü sunuyor.
“Il y a longtemps que je t’aime”in doğru çevirisi “Seni O Kadar Uzun Zamandır Seviyorum Ki” olmalıydı. Claudel, kadınların dünyasını keşfe çıkan, kadınlar hakkında bir film yapmış.
KAFAMIZDAKİ HAPİSHANE
Hapse girmesine neden olan trajik olayı herkesten saklamayı tercih eden, kardeşinin daveti üzerine, kendisini reddeden ailesinin yanına dönen, kızkardeşinin desteğiyle toplum içinde yeniden kabul görmek için çabalayan, korunmak için çevresine sardığı buzdan kaleyi kırmaya çalışan Juliette, toplumun acımasız baskılarına karşı direnmek zorunda kalacaktır.
Etrafındaki kalabalığa rağmen, kendi gerçeklerinden oluşturduğu dört duvar arasında kendini hâlâ hapishanede hiseden Juliette karakteri ile film, kendi iç hesaplaşmalarımızın altını çiziyor. Küçük bir taşra kentinden (Nancy) renkli insan portreleri çizen film, öğretmenlik yapan Lea, Juliette’ten hoşlanmadığını gizlemeyen kocası Luc, Luc’ün felç geçirip dilsiz olmuş babası, evlat edindikleri iki Vietnamlı küçük kız ve Lea’nın okul çevresinden dostlarını biraraya getiriyor.
Filmin edebi tatlar içeren iki sekansında, yönetmen Eric Rohmer’in zamanımızın Racine’i olup olmadığını, edebiyat hocası Lea’nın öğrencileriyle Dostoyevski üzerine yaşadığı entel tartışmasını keyifle izliyoruz.
Juliette kızkardeşinin olağanüstü desteğiyle, Lea ile yeniden akraba ve arkadaş olmayı öğrenir. İş bulup ekonomik bağımsızlığını kazanmasıyla yeni bir eve taşınır, Lea ablasının müthiş sırrını deşifre eder. Bu iki rolde Kristin Scott Thomas ve Elsa Zylberstein kariyerlerinin en iyi performanslarını sergiliyorlar. İngiliz olmasına rağmen Fransa’da büyüyen Thomas bir İngiliz anne, Fransız babanın kızı Juliette rolünde, jestleri, mimikleri, suratına maske gibi yapışan hüzünlü ifadesi ile, bu performansıyla kazandığı ödülleri fazlasıyla hak ediyor, “İngiliz Hasta” filmindeki kompozisyonunu aşıyor. Yeni kuşağın başarılı aktrisi, Lea rolüyle en İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Cesar Ödülü’nü kazanan Elsa Zylberstein, filme adını veren “Seni O Kadar Uzun Zamandır Seviyorum”u kanıtlarcasına, ablasından uzun yıllar esirgediği sevgiyi aktarmada çok başarılı. Oyuncu seçiminin çok iyi olduğu filmin tüm oyuncu kadrosu inandırcı performanslara imza atıyorlar ve filmin kazandığı sayısız ödülde pay sahibi oluyorlar.
Duygu sömürüsü yapmadan, melodramın tuzaklarına düşmeden, gerçek bir insan dramını, ustalıklı psikolojik tahlillerin eşliğinde anlatan “Seni O Kadar Çok Sevdim Ki” yılın en iyi filmlerinden biri. Kaçırmayın.