Sanatın yeryüzüne yayılmış birçok ülkenin insanlarını, kültürlerini, yaşamlarını birleştirdiği ve müziğin de bu evrensel çaba içinde ortak dil oluşturduğu düşünülürse, İstanbul Festivali kapsamında etkinliğe katılan onlarca sanatçının gökkuşağı benzeri güzellikleri ortaya çıkar.
5- 30 Haziran tarihleri arasında süren 37. Uluslararası İstanbul Müzik Festivali bu yıl adeta bir şöhretler resmi geçidi gibiydi.
Festivalin en önemli etkinliklerinden biri kuşkusuz müzik festivalinin kapanış konseri ve bu konserde Daniel Barenboim’e verilen ‘’YAŞAM BOYU BAŞARI ÖDÜLÜ’’ idi. Barenboim, ödülü aldıktan sonra yaptığı teşekkür konuşmasında ödülü almaktan duyduğu gururu samimiyetle belirterek kendisinin “Dünya ve Ortadoğu Barışı” için uğraş verdiğini ifade etti.
Alışık olmadığımız bir orkestra görünümünde 1. keman, arkasında kontrbas, yanında çellolar, sağda 2. keman, arkasında arplar ile eski Alman orkestra düzeni ile sunduğu konserinde önce Ludwig van Beethoven’in Op. 37, 3 No.lu Do Minör Piyano Konçertosunu Daniel Barenboim hem solist olarak çaldı, hem de orkestrayı yönetti. 2. Yarıda da Hector Berlioz’un Op. 14 Fantastik Senfonisini olağanüstü bir yorumla seslendirdi. Bu muhteşem konserin ardından tadı damağımızda bir Festival programını kapatmış olduk.
Yine kısaca Festival programına dönecek olursak, baroktan romantiğe, baleden modern dansa, operaya, orkestra konserlerine, resitallere birçok alanda müzikseverlerin Aya İrini’ye, Cemal Reşit Rey’e, Süreyya Operası’na, İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne toplandığını görürüz.
“Bel Canto”da bir dünya devini, Rolando Villazon’u beklerken karşımıza ummadığımız kadar yetkin Perulu Tenor Juan Diego Florez çıktı ve Pavarotti’nin yeri doldurulamayacak sandığımız “tiz do” larının yeni kralı olduğunu kanıtladı. Mutter-Harrell-Previn üçlüsüne ne demeli, bu rüya üçlü Festivalde Olimpos dağından inmiş bir tanrıça gibi kariyerinin doruğunda Anne-Sophie Mutter’i günümüzün en büyüleyici kemancısı olarak sundu. Mozart ve Mendelssohnlu programda Mutter’in kemanı Aya İrini’nin yüzlerce yıllık kubbesinde yankılandı. “Bir Barok Ziyafetinde” genç kuşağın günümüzdeki en etkin çellistlerinden Sol Gabetta’nın solistliğinde ve Santorini de la Gioiosa Marka orkestrası eşliğinde Vivaldileri dinlemek tek kelimeyle muhteşemdi. Festivali hem kimlikleri hem olağanüstü müzik kariyerleri ile dolduran daha nice sanatçıyı anmadan geçmek mümkün değil. Han-Na Chang çellosuyla Elgar yorumunda; De-Pre’yi yada Yo Yo Ma’yı aratmadı, İsveçli Mezzo-Soprano Anne Hallenberg Purcell ve Heandel aryalarını Leyla Gencer anısına seslendirirken Aya İrini bu kez de insan sesinin doğasına eşlik etti. Ya Bach’tan Swing’e giden bir yolda piyanosunu sonsuz bir özgürlüğe süren efsanevi Jaques Loussier ve Triosu’na ne demeli. Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde geçmişten günümüze tanrıça heykellerin arasında zamanın sınırsızlığını yaşattığı konserinde doğaçlamalarıyla Jazz’ın sonsuzluğunu önümüze serdi.
Heyecanımız şimdi de 5-6 Ağustos’ta İstanbul konserleriyle karşımıza çıkacak olan 73 yaşındaki efsanevi müzisyende.
Leonard Cohen Londra’da verdiği son konserinde tüm hayranlarını bir kez daha şaşırtan performansı ile etkileyen sanatçı İstanbul’da da klasikleşmiş şarkılarına yer verecek ve izleyicilerine bir kez daha şapkası gitarı ve senelere gülümsemesiyle selam duracak.”
Dance me to the End of Love”,”Everybody Knows”,”First We Take Manhattan”,”Suzanne”,”Hallelujah” bu kez de Açıkhava’da yankılanacak.
18 Kasım 1995 günü keman sanatçısı Itzhak Perlman New York’ta, Lincoln Center’daki Avery Fisher Salonu’nda bir konser vermek üzere sahneye çıktı.
Eğer herhangi bir Perlman konserinde bulunmuşsanız bilirsiniz ki onun için “sahneye çıkmak” hiç de küçümsenecek bir başarı değildir. Çocukluk yıllarında çocuk felcine yakalanmış olan Perlman’ın her iki bacağında da destekleyici ateller vardır ve ancak kol değneği yardımıyla yürüyebilmektedir. Onu sahne üzerinde her defasında sadece bir adım atabilmek suretiyle acı içinde ve yavaş yavaş yürürken görmek unutulmayacak bir görüntüdür. Ağrılar içinde ama ihtişamla yürümektedir, sandalyesine erişinceye kadar.Sonra oturur; yavaşça koltuk değneklerini yere koyar, bacaklarındaki atellerin klipslerini açar, bir ayağını geriye iter, ötekini öne uzatır. Daha sonra yere eğilerek kemanını alır, çenesinin altına koyar,orkestra şefine başıyla işaret verir ve çalmaya başlar.Bu zamana değin, izleyiciler bu ritüele alışmışlardır. İzleyiciler; O, sahnenin bir ucundan sandalyesine doğru ilerlerken sessizce otururlar.Bacaklarındaki klipsleri açarken inanılmaz bir sessizlikle beklerler. Çalmaya hazır olana dek yine tek çıt çıkmaz.
Ancak o konserde bir şeyler ters gittiği ortaya çıkar. Daha ilk birkaç satırı çalmıştı ki, kemanın tellerinden bir tanesi koptu. Telin kopma sesini duyabilmek mümkündü, salonun bir ucuna tabancadan fırlayan kurşun gibi gitmişti ses. O sesin ne anlama geldiği konusunda yanılmak imkansızdı. Ve bunun sonucunda ne yapılması gerektiği konusunda da...
O gece orada olan insanlar kendi kendilerine şöyle düşündüler: “Anlamıştık ki, yeniden ayağa kalkması, atelleri yeniden takması, koltuk değneklerini alması,yavaş yavaş sahne arkasına gitmesi veya yeni bir keman bulması ya da yeni bir tel takması gerekecekti. Ama o öyle yapmadı. Bunun yerine bir dakika kadar bekledi, gözlerini kapadı ve sonra şefe yeniden başlaması için işaret verdi. Orkestra başladı ve o kaldığı yerden devam etti. Ve daha evvel hiç görülmemiş bir tutku, güç ve saflıkla çaldı. Herkes bilir ki senfonik bir eseri sadece 3 telle çalmak imkansızdır. Bunu ben de bilirim,sen de bilirsin, herkes bilir ama o gece Itzhak Perlman bilmeyi reddetmişti. Onu parçayı kafasında kurgularken, değiştirirken ve yeniden bestelerken görebilirdiniz. Bir noktada, telleri nerdeyse yeniden tonlamışçasına sesler çıkarmaktaydı kemandan, daha evvel hiç vermedikleri sesleri vermelerini sağlamak için...
Bitirdiğinde salonu olağanüstü bir sessizlik kapladı. Ve sonucunda seyirciler ayağa kalktı ve inanılmaz bir coşku ile alkışlamağa başladılar. Herkes ayaktaydı, bağırıyor, ıslık çalıyor, alkışlıyor, yaptığını ne kadar takdir ettiğini, beğendiğini anlatacak her türlü, hareketi yapıyordu. Gülümsedi, yüzünden akan terleri sildi, yayını kaldırarak salonu susturdu ve böbürlenerek değil ama sessiz, güçlü, dingin bir tonla şöyle dedi:
“Bilirsiniz, bazen de sanatçının görevidir, elinde kalanlarla daha ne kadar müzik yapabileceğini bulmak ve sürdürmek...”
Bu ne güçlü bir cümledir!. Duyduğumdan beri aklımdan çıkmıyor. Ve kim bilir? Belki de bu bir yaşam tarzıdır, (sadece sanatçılar için değil) hepimiz için. Burada, tüm yaşamını bir kemanın dört teli ile müzik yapmak üstüne kuran ve birdenbire, bir konserin ortasında kendini sadece üç tel ile bulan bir adam vardır. O da üç tel ile müzik yapmayı seçer ve yaptığı; sadece üç telle yaptığı müzik, daha önce yaptığı, dört teli varken yaptığı her şeyden daha güzel, daha kutsal,daha unutulmaz olur...
Yaşam da böyle değil midir? Yaşadığımız bu sallantılı, yoğun ve hızla değişen, ürkütücü dünyada kendi müziğimizi yapmayı sürdürmekteyiz... Önce elimizde olan her şeyle; daha sonra yitirdiklerimizle ve bu artık artık imkansız olduğunda ise sadece elimizde kalanlarla...
Elimizde olanlarla yetinerek ,kızmadan, şikâyet etmeden,suçlamadan fakat umutla hayata ve sevdiklerimize sarılarak “kendi müziğimizi” daha ne kadar yapabildiğimizi düşünmemiz gerekerek yaşamaya çalışmak..