Bugünümüzü tanımlayan siyasileştirilmiş dinin, post komünist küreselleşmenin ve “laissez faire - bırakınız yapsınlar” ekonomisinin baskın olma sürecini anlamak istiyorsak 1968’i de 1989’u da unutmalıyız.
Foreign Policy Dergisi’nin Temmuz sayısında Christian Caryl (1) imzasıyla çıkan araştırmada, 1979’un 30.yılında gelinen noktada, yaşantımızı etkileyen birçok eğri ile doğrunun, o günlerin mirası olduğu iddia ediliyor. Gerçekten de, olayların akışı hatırlandığında, Caryl’in düşüncelerine katılmamak mümkün değil.
1979, Ayetullah Humeyni’nin Paris’teki sürgünden ülkesine dönmesi, Rus ordularının Afganistan’a girmesi, Margaret Thatcher’ın uzun soluklu İşçi Partisi hâkimiyetini yıkarak İngiltere Başbakanı olarak göreve başlaması, Papa II. Jean Paul’un tarihe geçecek Polonya ziyareti ile doğu bloğunun ipini çekmesi, Deng Xiaoping’in Pekin’in bugünlerine yol açması ile anlam bulmuştu.
Bu isimlerin birbirlerine benzediğini veya aynı siyasi görüş ile toplumsal beklentiler içinde olduklarını söylemek mümkün değil elbette. Ancak hemen hepsi, 2. Dünya Savaşı sonrası dünyayı etkileyen akımların yeniden yapılandırılmasında – değişik sözcükler kullanmalarına rağmen – etkin rol oynamışlardı. Onların ön ayak oldukları siyasi hareketler değildi. Ancak giderek çöküntü içine giren sistemlerin onarılması, toplumdaki hayal kırıklıklarının tedavisi, gereksinimleri okumaktan uzaklaşmaya başlayan bürokrat ve teknokratların önlerine set çekilmesi gereğiydi, yaşananlar…
1979 yılının 1 Şubatında Tahran’a dönen Humeyni, radikal düşünceye sarılarak Şah’ın yaptıklarını kad
Humeyni ile anlam bulacak yeni İslam dine yakın, daha önceki sol ideolojilerden ve Pan Arap milliyetçiliğinden dili yanmış, batı emperyalizmini köşeye sıkıştırmaya çalışan bir İslam olacaktı. Benzer bir durum Afganistan’da da görülür.
Halkın yeniliklere olan tepkisi ve bu tepkiyi aşırı şekilde dile getiren çevrelerin hükümeti sıkıştırmaya başlaması, iktidar çekişmeleri, darbeler ve artan istikrarsızlık ile Kabil – Moskova hattında yaşanan temaslar sonrası Kızıl Ordu, muht
Siyasi İslam’ın benzer çıkışlarını, Suudi Arabistan’da bir grup aşırı dincinin Kâbe’yi ele geçirme girişiminde, Trablus/ Libya’da Amerikan Elçiliği’nin tahrip edilmesi, İslamabat/ Pakistan’da, aynı şekilde, Amerikan Elçiliği’ne baskın düzenlenmesi ve iki kişinin öldürülmesinde takip etmek olası. 4 Kasım’da Tahran’da başlayan ve çoğu öğrenci 3000 kişinin 90 görevliyi 444 gün boyunca rehin tuttuğu Amerikan Elçilik işgâli ise tüm bu çıkışların en ses getirenidir.
Moskova yanlısı hükümetin kesin yasak ve uyarılarına rağmen, dokuz günlük Polonya seyahati sırasında, on üç milyon Polonyalı işlerini, evlerini bırakıp, bağırlarından çıkardıkları Papa’ya saygılarını, sevgilerini iletmek için yollara dökülmüşlerdi. O güne dek, yönetim tarafından çıbanbaşı olarak görülen Katolik Kilisesi bu ziyaretle, bireysel tercihler üzerine ambargo koyan Sovyet sistemine bir yanıt veriyordu. Bugün Dışişleri Bakanı olan Radoslaw Sikorski anılarında “…İlk kez o gün onlardan fazla olduğumuzu anladım…” der.
Tarihçi Timothy Garton Ash, o günleri irdelediği bir çalışmasında şöyle bir tespitte bulunur: “Polonyalı Papa olmasaydı, Dayanışma Sendikası olmayacaktı. Dayanışma Sendikası olmasaydı Sovyetlerin Gorbaçov dönemi ile başlayan değişimleri başlamayacaktı. Bu değişim başlamamış olsaydı, Moskova’da Kadife Devrim’den söz etmek mümkün olmayacaktı…”
1 OCAK 1979’DA DÜNYA NEYE BENZİYORDU?
Deng siyasi hayatı boyunca, ne devlet başkanı ne de başbakan oldu. Ancak fikirleri ve Çin Komünist Partisi içindeki konumu, kendisini, 1978 ile 1990’lı yılların başları arasındaki dönemde, Çin’in en etkin kişisi haline getirdi. Deng, 1950’li yıllarda Nikita Kruşcev’in Sovyet Rusya’da başaramadığı Stalinsizleştirme sürecine benzer bir süreci, ülkesinde başarı ile yürüttü.
Sorunlara pragmatik çözümler önermesi, uzun bir süredir silinmeye çalışılan gelenekleri yeniden toplumsal hayata yerleştirmesi, sağduyu ve verimlilik esasının siyasete dahil edilmesi ile Deng, bir kalemde olmasa da, Mao’nun 1949’dan beri savaştığı her şeyi radikal bir şekilde silip attı. Kendisini komünizm yolundan ayrılmakla eleştirenlere verdiği cevap, mimarı olacağı yeni Çin’in t
1 Ocak’ta Amerika Birleşik Devletleri ile Çin Halk Cumhuriyeti ilk kez diplomatik ilişki kurarlar. İki ülke de Asya’daki ihtiraslarında vazgeçtiklerini ilan ederken, Washington Tayvan ile ilgili politikalarını gözden geçireceğini ve Tek Çin anlayışına yöneleceğini taahhüt eder. Aynı yıl içinde, Deng ABD’yi ziyaret
Bu anlayışın İngiltere’deki sözcüsü İşçi Partisi 30 yılı aşkındır sürdürdüğü iktidarı 1979 seçimlerinde, çok da tanınmayan ve doğru dürüst bir siyasi programı olmayan Margaret Thatcher liderliğindeki Muhafazakârlara kaptırır.
Thatcher’ı, çok geçmeden, savaş sorası İngiltere’sinin en çok konuşulan siyasetçisi haline getiren yaptıkları mıdır, yoksa kendinden öncekilerin beceremedikleri midir?
Vergi oranlarını indiren, kamunun sahibi olduğu değerli tesisleri özelleştiren, sendikaların siyasi otorite ve ekonomik yaşam üzerindeki etkilerini tırpanlayan olarak tarihe geçecek ve Demir Leydi olarak ünlenecekti. Ve tıpkı Deng gibi o da muhalifleri tarafından yoğun şekilde eleştirilecekti.
Gündelik hayatta ekonomik alandaki girişimleri ile ön plana çıkan siyaseti, esasen erozyona uğramış toplumsal değer yargılarının yeniden yapılandırılması çerçevesinde de anlam buluyordu. Kömür işçileri sendikasına karşı giriştiği amansız savaş ve özelleştirme sürecine sahip çıkması - kendinden önceki dönemde başarılamayanı - devletin gündelik yaşamdaki rolünü kısıtlamıştı.
Netice itibarı ile Ronald Reagan’dan Turgut Özal’a uzanan geniş bir yelpazede Thatcher politikaları bir döneme damgasını vurmuştur. Toplumlarına yön veren bu liderleri tanımlamak için Caryl’in önerdiği “karşıdevrimci” sıfatını, kulağa ne kadar itici gelse de,
Sonuç itibarı ile yaşanan olayların irdelenmesinde ortaya çıkanı şöyle özetlemek olası:
Uzun zamandır dışlanan değerleri toplumları ile yeniden bir araya getiren bu liderlerin hepsi muhafazakâr yapıdadır. Muhafazakârlık, t
(1) Christian Caryl, Newsweek’in katkıd bulunan editörü
(2) Stalin’in Papalık hakkındaki
düşüncelerinden
(3) İngiliz gazeteci Hugh Stephenson’un Thatcher hakkındaki görüşü