Bugün Büyükada’da çam ağaçlarının sabah rüzgârına uyan sessiz salınımlarıyla yaydıkları kokular arasında uyandım.
Sabah ışığının henüz aydınlattığı terasta martı seslerine eşlik eden sadece rüzgarın hışırtısıydı. Bu anları, uzun bir bekleyişin sonunda varılan bir yolculuğun eve dönüş duygusunu andıran huzurunu içime çekerek düşündüm.
Karşımda ufka doğru uzanan binlerce çam ağacının gümüşümsü yeşil yaprakları ve aralarında kozalaklarıyla dolu bir ormanın içinde tek tük araya saklanmış iki katlı binalar var.
Kimsenin olmadığı, saat ve takvime bakmadan sorumsuzca yaşayacağım bir yerin hiç olmayacağını biliyorum. Yaşamın kaygısız tutkularından her zaman uzak kalmıştım ve halen öyleyim.
Oysa şu an güneşle uyanıp, doğayı dinleyerek, ufka bakarak hiç bir şey yapmadan zaman geçirmenin tadını çıkartmayı istiyorum ama;
Birkaç haftadır okuduğum iki kitap beni, birçok nedenden yaşamın kurgulanamadığını sandığım bütünlüğüne karşın bireysel çabalarımızla yön verilebileceğini, belkide fazlasının yapılabileceğini düşündürüyor.
Birinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra Viyana’da yaşayan iki insan belki de sadece yaşadıkları yılları değil sonrası yüzyılları da biçimleyecek bir ortak rastlantının sonuçlarını paylaşıyorlardı.
Biri, yirminci yüzyılın en tanınmış ve en çok tartışılan düşünürü, psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, diğeri ise gelecekte kazanacağı zaferlerin hayaliyle yaşayan ve egosunun zirvesinde,henüz kimselerin tanımadığı yanlız ve yoksul bir genç adam Adolf Hitler.
Freud o yıllarda kitlelerin davranışı ve otorite figürüne gösterilen bağlılığın köklerini araştırırken Adolf Hitler, kitlelerin nasıl etki altına alabildiğinin ve hükmedilmeğe karşı duyulan açlığın ne tehlikeli sonuçlar göstereceğinin bilinciyle bir ulusu yönetmeğe soyunmuştu.
Bu bağlamda Freud’un anlatmağa çalıştığı otorite figürünün, Hitlerin kimliği ile nasıl örtüştüğü dünyanın gözü önünde sürüyor, bir ülke bir ulus birkaç yıl içinde adeta kimlik değiştiriyordu.
Otoriteye inancın faşizmin ve köktendinciliğin baştançıkarıcılığına karşı destekleyici içgüdüsel tavrı, tek gerçek Tanrı’ya ömür boyu sürebilen inanç gibi, bir lidere nesiller boyu da sürebilir. Freud bu inancın ve totemleştirilmiş örneğini Hitler’de görmüş ve Avusturya halkının değişimini kendi araştırmalarına koşut hayretler içinde izler olmuştu.
1909 sonbaharında Hitler genç yaşında Viyana sokaklarında şaşkın ve yapayanlız olduğu yılları sürerken, Freud hayatının en parlak dönemini geçirmekteydi. Elliüç yaşındaydı, orta yaşın dinçliğine tecrübesine ve şöhretine sahipti. Amerika’dan vatanı Avusturya’ya dönmüş ve psikanalizle yeni bir devrim yaratmıştı.Makaleleri şöhretini ülkesi sınırlarının dışına da taşırmış bir anda Avrupa’nın en bilinen şahsiyetlerinden biri olmuştu.
Bu karşılaşma aynı toplumun içinde gelişmişti.
Geçen süreyle ve kimliklerinin farklılıklarıyla değiştirdikleri olgu aslında Avusturya halkının kendi öz kimlik değişimiydi.Freud’un psikanaliz ile bireyin öz benliğine ulaşması çabalarının aslında toplum boyutundaki psikanalizinin paradoksal yansımasıydı.
1909’un o soğuk sonbahar mevsimi sonunda Hitler ile Freud bir ikindi vakti sokakta birbirlerinin yanından geçseler birbirleri hakkında neler düşünürlerdi acaba?
Freud, Hitler’i bir sokak faresi veya bir dilenci gibi görür,üstündeki eski paltosuyla delik ayakkabılarıyla dilendiğini düşünebilirdi. Belkide ona para bile uzatabilirdi.Hitler ise Freud’u bir Viyanalı olarak görür, büyük bir olasılıkla Yahudi olduğunu anlar, üst ve orta sınıfı küçümsediğinden dolayı da ona karşı hiddet duyardı.
Yine o yıllarda Avusturya’da henüz beş yaşında olan Viktor Emil Frankl henüz bu kişisel nefretin ve toplumsal değişimin farkında olmadan aristokrasinin erdemlerinden söz edilen bir ailenin şevkatli kollarında çocukluğunu geçirmekteydi.
Ama aradan zaman geçti ve 1938 yılına gelindiğinde yanlız Avusturya değil dünya da değişmişti.Bir zamanların sokak faresi Almanya’nın Şansölyesi yani en güçlü adamıydı.Viyana’da geçirdiği zor döneminden yirmibeşyıl sonra erkek sığınma evi ndeki inançsız ve zavallı kalabalığa nutuk çekerken, hayalini kurduğu egemenliğe kavuşmuş, Viyana’yı avucunun içine almıştı.
Hem de sadece ülke sınırlarını değil Avusturya halkının totem ihtiyacını karşılamış bir diktatör Tanrı olarak.
O yıllarda Freud artık iyice yaşlanmıştı.. Naziler ondan şiddetle nefret ediyorlardı. O güne kadar ona zarar verm
Ama yapıtlarının intikamını sokak eylemlerinde kitaplarını yakarak alabiliyorlardı.Onun kitaplarını yakan bir Nazi subayı şu sözlerle Freud’u suçluyordu.
“İçgüdüsel yaşamın yüceltilerek ruhun yok edilmesine karşı, insan ruhunun soyluluğu adına ! Freud’un yazılarını yanmağa mahkum ediyorum”
Kitaplarının yakıldığını öğrenen Freud “epey ilerleme kaydetmişsiniz, Ortaçağ da olsak, beni yakarlardı;şimdilerdeyse kitaplarımı yakmakla yetiniyorlar”demişti.Bundan beş sene sonraysa Avusturya’yı beyaz eldivenle işgâl eden Naziler ise, artık sadece kitap yakmakla yetinmeyeceklerdi.!
Viyana’da bir Yahudi ailede doğan Frankl, Viyana Ünüversitesi’nde nöroloji ve psikiyatri okur. Depresyon ve intihar eğilimli insanlar üzerinde çalışır.
1933-37 yıllarında Viyana genel hastanesinde çalışırken Yahudi olduğu için uzaklaştırılır ve kentte Yahudileri kabul edilen tek hastahane olan Rotschild Hastahanesi’nin nöroloji departmanı başına getirilir.Viktor Emil Frankl 1938’de Naziler tarafından Theresienstadt toplama kampına ailesiyle birlikte gönderilir. Frankl mahkumların içinde intihar eğilimine yaklaşanlarla terapi gözetim birimi kurar ve sağlık sorunlarına yardımcı olmağa çalışır. 1944’te Frankl aynı iş için Auschwıtz ve Dachau kamplarına gönderilir. Bergen Belsen’e gönderilen eşi ve Auschwitz’deki anne ve babası oralarda öldürülür. Ondan Auschwitz’te ölüme gönderilen Yahudilerin taşkınlık yapmaması ve intihara teşebbüs etmelerinin engellenmesi ve gözetim altında tutması istenir.
Ne garip tesadüftür ki, Auschwitz’den kurtulup 1946’da basılan en tanınmış kitabı “İnsanın anlam arayışı” nda toplama kamplarındaki mahkumiyetini ve ölüme gönderilen Yahudilere vermeğe çalıştığı psikolojik desteği anlatır ve yaşamağa devam edebilmenin, varoluş biçimlerinde anlam bulmanın sağlanabilmesi için kullandığı psikoterapik yöntemleri açıklarken, Hitlerin gençlik yıllarında Avusturya sokaklarındaki gibi bir sokak faresi benzeri intihar etmesine karşı hiç bir açıklama yapmaz.!!!
Freud, Alman işgali altındaki Viyana dan ayrılmak için trene binmek üzereyken, Gestaponun kendisinden Naziler tarafından saygıda kusura uğramadığına ve bilimsel çalışmalarının asla engellenmediğine dair bir belge imzalamasını ister. Freud bu belgeyi imzalar ve altına bir not düşer.
“Gestapoyu herkese şiddetle tavsiye ediyorum”
Naziler dünyalarını tekil şahıs üstüne kurmuşlardı. Tek halk, tek ulus, tek lider, ve tek anlam, gerçek.
Anlaşılan oldukça yaşlı bir profesörün iltifatı olan bu son söz Gestapo’nun gururunu epey okşamış olmalıydı!
***Kitaplar;
Mark Edmundson; Köktendinciliğin Yükselişi, Faşizm ve Psikanaliz
Freud un son yılları: Encore Yayınları
Viktor E.Frankl; İnsanın Anlam Arayışı, Us Yayınları