İsrailli ünlü yönetmen Amos Gitai ile Fransız sinemasının yaşayan efsanesi, seksen yaşını devirmiş Jeanne Moreau ile söyleşmemizin ardından, Türk tiyatrosunun önde gelen sanatçılarından Cüneyt Türel’in de rol aldığı, Rumelihisarında izlediğimiz ve Kudüs’ün düşüşünü konu edinen “Işığın Oğulları ve Karanlığın Oğullarının Savaşı” başlıklı oyunu, İstanbullu tiyatroserverler için unutulmayacak bir sanat şöleniydi...
Çarşamba sabahı işi gücü bırakmış, The Marmara Oteli’nin 18.katında, muhteşem Boğaz manzaralı bir VIP odasında bekliyorum: Önce Milliyet, ardından Sabah’tan görüşüyorlar Amos Gitai, Jeanne Moreau veCüneyt Türel ile – arkada ise TV’ciler ordusu sabırsızlanıyor, şık bir “röportöz”ün makjajı bozulmak üzere... Sıra bana gelince, Jeanne Morau’yu kameraların önüne kaçırmak istiyorlar – kendisi ise, “Ce Monsieur la... o denli sabırla bekledi; onunla ben de konuşmayacak mıyım?” diye karşı çıkınca, bir uzlaşıya varılıyor: Kendisi şimdi TV’cilere teslim olacak, ardından – Amos, kameraların önüne gidince – bana dönecek! Herkes memnun, Cüneyt ise bu arada “bir sigaraya” kaçmış..!
Her neyse, sadece İsrail’in en ünlüsü değil, dünya çapında bir sinema yönetmeni de olan Amos Gitai’in yüzünde bir tebessüm beliriyor, Şalom’dan geldiğimi duyunca – geçtiğimiz yıl aynı gazeteye bir söyleşi daha verdiğini, “pek zeki bir hanım ile görüşmüştüm” diyor, sevgili Aylin Yengin’i anımsayarak... Ardından, “Yahudi olduğunuza göre, diğer meslektaşlarınıza uzun uzun izah ettiklerimi size anlatmama gerek yok,” diye başlıyor – ben de, “Ne ilginç bir tesadüftür ki, oyununuzdaki Bet Amikdaş’ın yıkılma olayını bu günlerde Rumelihisarı’nda temsil ederken, Tişa Be Av haftasını yeni geride bıraktık...” yanıtını veriyorum, ancak – “Kadosh” filmindeki köktendinciliğe karşı gelişine atıfla, “benim çok dindar olduğumu sanmayın...” eklemesinde bulunmadan edemiyorum! Öte yandan, filmlerine pek değinmek istemiyorum, zira o konulara girecek altyapım yok – sadece (özenle hazırlamış olduğum!) şu soruyu yöneltiyorum kendisine: “Siz, ‘Alila’ ile İsrail’in bugünkü toplumunu, ‘Kippur’ ile ilk Sabra neslini, ‘Kedma’ ile ise kurucu kuşağını anlattınız, Romalıların Kudüs’ü yerle bir etmelerini konu edinen bu oyun ile kutsal topraklardaki Yahudi halkının son kuşağına bir anıt mı dikiyorsunuz?” Bu yoruma biraz şaşırıyor ve “Doğru, ancak benim bakış açım daha üniversel...” diyor, “zira sahnede göstermek istediğim, iyi ve kötünün çatışmasıdır, fanatizdir, hatta bir ulusu bölen ikilemlerdir de... Bakınız, kötülük ve bağnazlık her an içimizde: Bu oyunun Epidaurus Festivali’nde yer alacağını duyan Yunanlı sağcılar, derhal web sitelerinde ‘Antik Grek tiyatromuzu Yahudileştirmek istiyorlar!” diye feryadı basmışlar...” – “Ne yazık ki, Atina’da oynayamadınız, onlara hadlerini bildirmek için...” – “Evet, sevgili Jeanne’ın midesi bozulmuş ve dolayısıyla oyunları iptal ettik – benim özellikle çok önem verdiğim İstanbul temsillerine sağ salim çıkabilmek için...” – “Ancak, az önce duyduğum kadarıyla, Roma İmparatoru Vespasianus’u oynayan Amerikalı Jerome Koenig ve oğlu Titus rolündeki Fransız Gérard Benhamou da yok Hisar’daki oyunlarda?” (ki, bu söyleşiden önce sohbet ettiğimiz İKSV Tiyatro Festivalleri Yöneticisi Prof. Dikmem Gürün’ün de yorumuyla, ABD İngilizcesi ile emperyalizm, Fransızca ile kolonyalizm ne de güzel simgeleniyordu...!) – “Yoklar, ancak onların yerine Titus’u oynayacak sizin Cüneyt Türel var işte!” diyor Amos; bu seçimin çok doğru olduğuna inandığından, ayrıca Fransa’da çalışan Türk oyuncusu Sedef Ecer’den övgü ile söz ediyor, oyunda bir ağıtı Türkçe olarak seslendirecek Sema’dan da...
Ardından, bir gün önce Van’a gitmiş olduğunu anlatıyor – Türkiye’de çekmeyi düşündüğü bir film için... Konu buraya gelmişken, her iki ülkenin ortak bir özelliği olan çok kültürlülüğe değiniyoruz, Tel-Aviv ve İstanbul’un karşılaştırmasını da yaparak – ve, derken “İsrail ile Türkiye arasında bir süredir esen soğuk rüzgârlar, sizce kalıcı mıdır?” diye soruyor Amos Gitai, ki buna olumsuz bir yanıt vermek istemiyorum, açıkçası... Konuyu biraz değiştirmek için, “Işığın Oğulları ve Karanlığın Oğullarının Savaşı” öyküsünü dayandırdığı Yahudi din adamı Yosef Ben Matityahu / daha sonra Roma İmparatorluğu saflarına geçmiş tartışmalı tarihçi Josephus Flavius hakkındaki görüşlerini soruyorum – “Kendisi acaba bir dönek olarak görülebilir mi?” – “Aslına bakarsanız, bunu hiç tartışmıyorum oyunda; beni Josephus’un sadece ‘muhabirliği’ ilgilendiriyor – sizin şu anda yaptığınızı yaptı, kendisi: Romalılar ile İsrailoğulları arasındaki savaşı nakletti; o dönemdeki diğer yazar ve şairler daha ziyade mitolojik konulara değinirken, kendisi gerçek olayları kaleme aldı ve bizler bu anlatılardan hareket ederek, iyilik ve kötülüğü görebiliyoruz/gösterebiliyoruz bugün...” Bu vesile ile, aynı konuyu yıllar önce bir kez daha işlediğini anlatıyor, Gitai: 1994’de tiyatro sahnelerine taşımış olduğu “Metamorphosis of a Melody” (“Bir Melodinin Başkalaşımı”) adı altında, gene Josephus’un “Yahudilerin Savaşı”nı oyunlaştırmıştı – ve tarihin bu karanlık sayfalarına bugün yeniden geri dönüyor. Oyunun ilkgösterimi Temmuz’un başlarında Avignon Tiyatro Festivali’nin açılışında yapıldı, sonra Barcelona Grec Festivali’ne gidildi – ve bu yılın son durağı olan İstanbul’un ardından, 2010 yılının Ocak ayında Paris’deki Odéon Tiyatrosu...
“Efsane” ile baş başa...
Kökenlerimizin benzerliğini keşfetmemiz üzerine gittikçe yakınlaştığımız Amos Gitai ile güzel güzel sohbet ederken – kendisinin bir Sabra olan anne tarafından Rus asıllı, baba tarafından ise Alman kökenli ve Weinraub soyadını taşımış babasının “Bauhaus” ekolünü İsrail’e getiren mimarlardan olduğunu, şu sıralarda da Tel Aviv “Israel Museum”da babasının mimariye, kendisinin ise sinemaya bakışını gösteren karşılaştırmalı bir serginin sürdüğünü anlatırken – araya girdiler ve onu TV kameralarına davet ettiler...
... ancak, “Promis est promis..!” derken, karşıma yaşayan bir efsane oturdu – ergenlik çağımda Truffaut’nun o unutulmaz “Jules et Jim” ve “La mariée etait en noire” filmlerinde hayran olduğum, “Viva Maria!”da ise Brigitte Bardot ile yarışmış, alımlı dudakları ile en az iki kuşağın idollarından Jeanne Moreau... “Siz aslen tiyatro sanatçısısınız, bildiğim kadarıyla...” diye Wiki-kekele-pediamaya başladım, “1947, Avignon, e-e-e...” – “Evet, ilk sahneye çıkışım Avignon’daydı – ancak o yıl orada daha festival yoktu – ve daha sonra birkaç kez daha oynadım orada – evet, bu yılki Festival’da gene sahneye çıkmam, o yılları anımsattı bana...” – Amos Gitai’nin favori oyuncuları arasında yer alan Moreau, son olarak Holokost’u sorgulayan “One Day You Will Understand” filminin başrolünü üstlenmişti... Gitai’in bu projesine çok büyük ilgi duyduğunu anlatıyor ve benim “Aslında çok siyasi bir oyun, değil mi?” soruma şiddetle karşı çıkıyor: “Hayır! Bu sizin görüşünüz olabilir, ama ben bunu kesinlikle genelleştirmem... Öte yandan, dünyada her şey ‘politik’tir – ve bir ileti içeren, insanlığa yönelik tüm oyunlar, o bağlamda siyasidir, salt para kazanmak için tatlı tatlı konulara değinen oyunların dışında – ve bunlara Avignon’da zaten yer yoktur..!” Oyunda “...aslında bir erkeğin rolünü oynuyor” tanımına çok kızdığını söylüyor Moreau – “Bir kere, ben ‘oynamıyorum’ – okuyorum sadece, Josephus’un tarihini aktarıyorum, kendi sesimle, ve aslında okumuyorum da, okuyor gibi yapıyorum... ezbere söylüyorum çoğunu...” – ve daha birkaç soru sorduktan sonra (ki, bunlar Jeanne ile aramızda kalsın..!) sıramı, bekleyen diğer gazetecilere bırakmak durumunda kalıyorum, “Efsane”den ayrılarak...
... ve: “perde!”
Cuma akşamı: Rumelihisarı anfisi aslında beklediğim kadar tıklım tıklım değil – sol arkalarda daha birçok yer boş; sağımız-solumuzda Türkiye’deki “entelligencia” ve “show-biz”den kim varsa oturuyor (sevgili Meri, kimlerin hangi dizilerde oynadığını izah ediyor tek tek...). – “Efsane” yerini almış bile, beyaz bir kostüm ve fularıyla sahnenin gerisinde oturup, gecikmeli ve de ağır ağır gelenleri süzüp, oyunun neredeyse yarım saat geç başlayacağına dudak büküyordur sanırım, söyleşimizden hakkında edindiğim izlenime göre... CüneytTürel beliriyor – o da beyaz takım elbiseli, sahnenin ortasındaki kultuğa oturuyor. Bir-iki yıldır kendisine atfedilen tanımıyla “taş plak sesli”Sema geliyor mikrofonun başına, uzuuun ve tekrarlarla dolu bir ağıt seslendiriyor (ki, oyundaki tek katkısı budur – ve bence, salt bu nedenle, gereksiz kalmıştı bu girişim...). Ardından projenin müzik danışmanı Shahar Even Tzur, elinde iki çubuk, sahnenin gerisinde kurulu kulenin demir merdivenlerinin üzerinde olağanüstü etkileyici bir perküsyon sunumuna girişiyor, en yukarılara kadar çıkarak... Gitarda Yahel Doron ve kemanda Alexei Kotchetkov, daha sonraki bazı bölümlerde de olacağı gibi, iç gıdıklayıcı nağmeler ile katılıyorlar oyuna... Bu arada sahnenin ön tarafında kurulu masanın arkasına oturmuş olan Jeanne Moreau okumaya başlıyor, Josephus’un tarih kitabından: “Ben burada, şüphesiz, Romalıların kahramanlıklarını övenlerle yarışmak için kendi vatandaşlarımın yaptıklarını büyütmek niyetinde değilim. Her iki tarafta da cereyan edenleri olduğu gibi aktaracağım, ama olaylar hakkındaki düşüncelerimi anlatırken, duygularımın yansımasına da izin vereceğim; yaşanan acılardan dolayı duyduğum kederi gizlemeyeceğim.”
Aslında kısmi bir okuma tiyatrosudur, bir saati aşkın bir süredir izlediğimiz. “Josephus Moreau” yerinden hiç kalkmıyor, önündeki kitaba pek de bakmadan, “Yahudilerin Savaşı” tarihçesini sayfa sayfa okurken. Önce kendisinin Romalılara karşı nasıl dövüştüğünü, Yodfat’taki bir mağarada gizlenen yandaşları ile birlikte, esarete düşmemek için kura çekerek birbirlerini nasıl öldürdüklerini ve kendisinin (amma da tesadüf, diyorum ben..!) nasıl artakalıp Vespasianus’a teslim olduğunu anlatıyor tek tek. Kudüs’ün içindeki hainleri ve amansız iç savaşı aktarıyor bizlere, kuşatmayı ve kentin düşüşünü... Özellikle bu iç çekişmeler, oyunun bir yerinde şu anlamlı sözler ile çarpıcı biçimde dışa vuruluyor (mealen): “Halk, küçük savaşlardan kurtulmak için büyük savaşı beklemek için adeta dua ediyordu...”
Sevgili Cüneyt de kâh okuyor, kâh serbest konuşuyor, önce babası Vespasianus’ın ve ardından kendi (Titus’un) eylemlerini, Romalı lejyonerlerin “kahramanlıklarını” anlatırken... Ancak sahneyi dolaşıyor o, arada bir ortadaki veya kuledeki koltuğa oturuyor, babasının Josephus’u nasıl esir aldığını, daha sonra ise Skopus Tepesi’nden o “muteşem tapınağın” görüntüsünü aktarırken, ardından “1000 lejyoner ile Kudüse girdik” derken ve en sonunda zafer alayına değinerek, Roma’ya getirilen kutsal ganimetleri en ince ayrıntısıyla sıralarken... Oyunun bir yerinde, yanlış anımsamıyorsam (ve gene mealen) Titus şunları diyor: “Tanrı döner dolaşır, bazı ulusları yüceltir – ve şimdi Romalıları başa getirdi...” (ancak, naçiz bir notum olarak – Mark Twain’in o çok bilinen denemesine atfen: Yahudi halkı bugün halen var, ancak Roma İmparatorluğu nerede..?! – konuya ilgi duyanlar için: http://ohr.edu/judaism/concern/concerna.htm).
Oyunun diğer Türk oyuncusu Sedef Ecer, Kudüs’te mahsur kalmış ve bebeği ile birlikte açlıkla boğuşan, neticede Yahudi bir “Medea” olacak Miriam’ın şahsında kent halkını canlandırıyor oldukça profesyonelce, ancak o da oyuna istenilen dinamizmi kazandıramıyor – acaba karşılıklı devinimler olmadığından mı, tüm gösteri boyunca? Bu bağlamda tek ikili performans, Yahudi direnişçiler Eleazar (Eric Elmosnino) ile Shimon’un (Shredy Jabarin) zaman zaman aynı anda/üstüste gelen (Fransızca ve Arapça dillerindeki) haykırışlarıdır ki, Filistinli Jabarin’in arada bir İbranice de konuşması, bu ülkenin iki halktan bileşik olduğu konusunda, yazar/yönetmen Amos Gitai’nin ayrı bir göndermesi olsa gerek...
...ve her daim o içimizi dışa döndüren müzik: Geniş oktavlı keman sesinin haykırışı, elektirkli gitarın glissandoları, vurmalı çalgıların kalbimizi daha hızlı çarptıran tam-tam’ları – ve de: Tamar Capsuto’nun oldukça monoton, sözel olmayan ağıtlarının yanı sıra en başta kantoral, kemiklerimizi sızlatan sesi ile Menachem Lang’ın kadiş’vari yakarışları: Rum Ortodoks Bizans’ı altetmek için kurulmuş bir Müslüman Osmanlı kalesinin duvarlarından yankılanan bu İbranice sesler, kesinlikle bir ilk idi – ve gerçekten dinlenmeye değerdi, bu sıcak/boğuk yaz gecesinde...
...ki, (daha bitmediii!) “assolist” oyunun sonuna yetişecekti: Kudüs düşmek üzere iken çakan şimsekler, gürleyen gökler ve tam Masada kuşatmasına girildiğinde üzerimize boşalan sağanak yağmur!!! Titus ortadan çekilmişti artık, ancak Elazar sahnedeydi o an, Josephus ise masasının başında oturuyordu, zira anlatacakları vardı daha – ve tabii ki 81 yaşındaki Jeanne Moreau hiç yılmadan sürdürecekti okumasını, bir sahne çalışanı büyük bir şemsiye ile yetişmeseydi bile...
İşte, değerli sanatseverler – “Işığın Oğulları ve Karanlığın Oğullarının Savaşı” her ne kadar az devinimli bir “anlatı tiyatrosu” örneği olsa da, gerek emperyalizmi, kıyıcılığı ve fanatizmi yeren iletileriyle, gerekse olağanüstü çarpıcılıkta üzerimize gelen müziği ve ağıtlarıyla, kimilerimiz için Jeanne Moreau gibi bir tiyatro/sinema idolünü canlı olarak izleyebilme olanağı ile, kesinlikle kaçırılmaması gereken – ve sevgili Dikmen Gürün’e de söylemiş olduğum gibi, nedense sadece iki yılda bir düzenlenen Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nin birazcık da “kendini affettirmek için” kotardığı bir etkinlikti...