Sibel Cuniman Pinto, eşsiz Türk kahvesinin kokusuyla renklenen Paris sokaklarındaki ‘Türk Mevsimi’ni ve renkli etkinlikleri bizlerle paylaşıyor
Bu yaz farklı bir yaz Paris’te. 2006 yılında Türkiye’de gerçekleştirilen Le Printemps Français (Fransız İlkbaharı) kapsamında başarıyla sürdürülen etkinliğin bu yıl Fransa’da Türkiye Mevsimi ile devamına karar verildi. 1 Temmuz- 31 Mart arası dört yüzün üstünde aktivite ile sürecek ‘mevsim’, yaz aylarında şehir tatiller nedeni ile boşalsa da Temmuz ayında start aldı. Mercan Dede-Anadolu Ateşi açılış gecesinden sonra Paris Sinema Festivali’ne Türkiye, şeref konuğu ülke olarak katıldı; Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem, Yeşim Ustaoğlu’nun eserleri başta olmak üzere kırkın üzerinde film gösterime girdi.
Paris Senatosu’na bağlı Orangerie’de İstanbul Modern Sanat Müzesi işbirliğiyle Galata Köprüsü temalı BRID6E adlı fotoğraf sergisi (Köprü-Altı sözünden esinlenerek) açıldı. Haliç üstündeki köprülerle ilgili en eski otantik döküman olan Leonardo da Vinci’nin Sultan II. Beyazıt’a 1502 yılında yazdığı mektup sergilendi. Mektupta Haliç’in iki yakasını birleştirecek bir köprü inşa etmeyi öneren Leonardo’nun bu isteği gerçekleşmemiş, Galata’da ilk köprü ancak 1845 yılında inşa edilebilmiş ve günümüze dek dört kez yenilenmiştir. Eski fotoğraflar içinde 1890’da köprü geçişlerinde ücret toplayan fesli, beyaz kıyafetli iki görevli fotoğrafı ve Şah Rıza Pehlevi’nin 1934’deki İstanbul ziyaretinde köprü üstüne kurulan tak çok ilgi çekiciydi. Sergide ayrıca altı fotoğraf sanatçısı kendi objektiflerinden Galata’nın zengin, canlı, çok kültürlü tarih ve yaşamını yorumladılar. Merih Akoğul’un siyah- beyaz fotoğrafları eski köprüye bir ağıt, Murat Germen’in pano ve tabelaları zenginlik ve fakirlik arasında bir köprü kurmuştu sanki. Cemal Emden’in fotoğrafları ise Galata Köprüsü ve çevresini altı ayrı açıdan dev boyuttu yansıtmıştı. Aynı sanatçının Le Café Turc’deki Istanbul in (E)Motion sergisi de fotoğraflardaki hareketliliğin mükemmel yansıtılması ile insanı alıp götüren bir esinti gibiydi sanki… Peki neyin nesi Le Café Turc?
Louvre Müzesi’nin bahçesinde 17 Temmuz-8 Ağustos arası 600 m2’lik alanda bir Café Turc yani Türk Kahvesi kuruldu. Türk kahvesi, yapılışı, servis edilişi, içilişi, ardından falı ile hem Türk kültürünün önemli bir özelliği, hem de 16. yüzyıldan itibaren İstanbul sokaklarında açılmaya başlayan kahvehanelerde insanların biraraya gelip sohbet ettiği, dertleştiği, anı hatta hayatı paylaştığı bir buluşma noktasıdır. Amaç, bu havayı Fransızlara koklatmak ve gün boyunca farklı aktivitelerle Türk kültür öğelerini geniş topluma tanıtmaktı. Başta hem hava muhalefeti ve hem ödeme sorunlarının yaşandığı etkinlik davullu, zurnalı Trakya’nın Bohemleri grubunun konseriyle bir gün geç başladı. İlk günlerde şantiyenin sona ermediği, dekorasyonun finalize edilmediği, kocaman bahçenin içinde kahvenin olduğu bölgenin hiç bir panoyla belirtilmediği, kahve servisinin bile yapılamadığı organizasyon aksaklıkları genel havayı bozduysa da ikinci hafta çoğu şey yerli yerine oturmuştu. Bol köpüklü kahve ya da ince belli bardaklarda çay içmeye gelenler beraberinde servis edilen çeşitli lokum ve baklavalardan tatma imkanı buldular. Kahvede koyulaşan muhabbetlere eşlik eden tavla sesleri, fal baktırmak için bekleme listesine yazılanlar derken her gün saat 16:00 civarında bir atölye, saat 20:00’de de bir konser düzenlendi. Özellikle kukla, ilüzyon, Karagöz, ahşap çerçeve, ebru, kaligrafi atölyeleri Fransızların ilgisini çekti. Önder Foçan, yağmur altında verdiği konserde cazseverleri büyülerken yıllar öncesinden bugüne formundan hiç bir şey kaybetmemiş Okay Temiz, hafızamda hep 83-84 yılbaşı gecesi ile yeretmiştir nedense… Youtube’dan aradığımda Denizaltı Rüzgârları adlı klibini buldum ve doğu-batı sentezindeki çalışması beni yıllar öncesine götürdü. Konser verdiği akşam da kendi üretimi o inanılmaz aletleri ile izleyiciyi mest etti.
Gelelim Nedim Nalbantoğlu konserine. Kendisini bir kaç yıl önce Saint Germain’deki o nostaljik Paris’e ait ufacık, yeraltı caz klüplerinin birinde keşfetmiş ve çaldığı Balkan cazını cok beğenmiştim. Tuileries Bahçesi’nde triosuyla verdiği konserde bir kez daha kemanını kullanışındaki ustalık, notalara basmasındaki deha, Ladino Los Bilbilikos parçasını yorumlaması, dinleyicilerin coşkusu tek kelime ile harikaydı.
Strasburg’lu Maliétès grubunu daha önce hiç izlememiştim ama daha ilk parçadan beni o güzelim Ege kıyılarına götürdüler. Ege’nin her iki yakasında gidiş gelişler rebetiko, eski İstanbul, Karadeniz kıyıları ve Trakya’nın dans havaları, müzik zincirine halka halka eklendi. Panaghiotis Toundas’ın yazdığı, 1930’larda bir çok rebetiko sanatçısı tarafından yorumlanmış Yunanca müziğe Ladino sözler yazılarak evlenip Filistin’e yerleşmek isteyen bir gencin hoş hikâyesini anlatan Mansevo Dobro parçası gönlümü çalınca cd’lerini alıp keyfe evde devam etmekten daha iyi ne yapılabilirdi ki?
Adını etkinlikten alan Türk kahvesinin serüvenini ise hoş anektodlarla Türk Mevsimi Gastronomi disiplini sorumlusu Osman Serim’den dinledik. Fransızları Türk kahvesini tatmaya davet eden Serim, büyük bir sabırla sıra oluşturan Fransız hanımlarının falına da baktı. Masaların üzerindeki kitap ayraçlarında ise şu sözler dikkatimi çekti:
‘Kahve cehennem gibi siyah, ölüm gibi güçlü ve aşk gibi tatlı olmalıdır.’
8 Ağustos günü klarnet ustası Selim Sesler ve grubunun roman havalarıyla sonlanan Le Café Turc geniş kitlelere ulaşmak amaçlı bir popüler festival olarak epey ilgi gördü. Belki organizasyon ve tanıtım daha iyi olabilirdi ama kesin olan önümüzdeki aylarda bir çok yeni etkinliklerle Türkiye Mevsimi’nden bahsetmeye devam edeceğiz. Ve büyüklerimizin dediği gibi:
Gönül ne kahve ister
ne kahvehane,
Gönül sohbet ister,
kahve bahane…
Bir sonraki ‘Paris Esintisi’ne dek ho?çakalın, sevgiyle kalın.