/ Deliliğin ve Dehanın Işıltısı “David Helfgott”

Yaşam tanrının armağanıdır; fakat iyi yaşam, senin düşüncenin armağanıdır.

(Seneca)

Rubi ASA
19 Ağustos 2009 Çarşamba

Sanat, doğanın bir parçası olan insan için kimi zaman içsel bir savaşıma sebep olabilir. Onunla etkileşim içinde olur ve yaratıcı düş gücü ile insanın kendini ifade etmesine olanak da sağlar. Bu bazen savaşa bazen de sonsuza dek uzanacağı sanılan bir aşka dönüşebilir. Bu serüveni anlamak ve nereye varacağını kestirmek güçtür. Fakat her şeyden önce, her zaman ve daima söyleyecek bir sözü vardır, olmalıdır sanatçının. Mağara duvarlarına ilk resimlerini yapıp kahramanlıklarını seyredişinden, hırsından Van Gogh gibi kulağını keserek oto portresini resmedene kadar.

Dahi ve deli olmanın ince çizgisi, sanatçıya her zaman toplumun diğer bireylerine yakınlığından daha yakındır.

Dahi kimdir?

Deli nedir?

Aradaki çizgiyi kim neye göre belirliyor?
Galileo, dönemine göre deliydi, ya şimdi?
Haklı olabiliriz. Kafka da bir zamanlar deliydi-ruh hastasıydı- insanlara göre şizofrenik özellikler gösteriyordu. Fakat şimdi bir dahi, insanların gözünde. Acaba böyle bir yargı doğru olabilir mi?

 Dâhiliğin yolu delilikten geçiyor ve bu olgu sanatçı kimliklerde daha çok rastlanıyor.
Scott Hicks’in Shine isimli filminden söz etmek istiyorum. Filmin oyuncusu da, Polanski’nin Piyanist filmindeki gibi Oscar’a adaydı, fakat sadece Geoffrey Rush’a en iyi erkek oyuncu Oscar’ını kazandırmıştı. Film gerçek bir hayat hikâyesinden alınmıştı. David Helfgott isimli bir deha piyanistin trajik hayat hikâyesinden. Filmde ruh sağlığı zaman zaman yerinde olmayan ve müzik aşığı bir babanın kendi başaramadığı müzisyen kimliğini oğlunda yaşatmaya çalışması ile karşılaşılan dramlar konu ediliyor. Kendisini olağanüstü çabalarla aşarak müzik dünyasında bir dahiye dönüşen Helfgott’ın, bu yükselişinde önüne engeller çıkaran babasıyla trajik ilişkisi gözler önüne seriliyor.

David Helfgott, bu savaşlar ve baskılar altında ruh sağlığını hızla kaybeder. Bir konseri sonrası, salonun alkıştan kırıldığı bir anda, yıllar boyu gerek babası gerek sanat çevrelerinin beklediği mükemmeliyet baskılarına karşı boyun eğmiş beyninin artık iflas ettiği görülür. Artık ne piyanosu ne engin müzik hafızası ne yeteneklerinin doruğu, hiçbir şey kalmamıştır. Yaklaşık on iki yıl akıl hastanesinde kalan David Helfgott, üstün yeteneği ve uğraşısı sayesinde sosyal yaşama tekrar geri döner ve gelmiş geçmiş en önemli piyanistlerinden biri olarak tarihe adını yazdırır…

Günümüzde teknoloji ve modern yaşam biçimi, insanların davranışını, ahlakını, sosyoekonomik ilişkilerini, kısaca kişiliklerini asla geri dönülmeyecek bir biçimde değiştiriyor.

Söz konusu değişim, toplumsal yapı ve bireysel yetkinliğin yeterli olmadığı durumlarda insanlığın amacından sapmasına ve doğadışı, adsız bir türün yeşermesine de neden olabiliyor. Bu da modern toplumlarda bireyin yalnızlığını ve iletişimin bunca olanaklarına karşın paradoksal olarak bencilliğini ve sevgisizliğini doğuruyor.
Toplum dışına itilen (ya da bunu kendi tercih eden) birey, kendi doğrularını yaratıp onlarla yaşamaya başlıyor.
Zamanla toplum ile birey arasında genişleyen ahlak farkı, ikisinin de hastalanmasının temel nedeni oluveriyor.

Günümüzde buna sıkça rastlamıyor muyuz?

David Helfgott 1947 yılında Avustralya’nın Melbourne kentinde Yahudi asıllı Polonya göçmeni bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Hayatı müzik tarihine, Sergei Rahmaninoff’’un dünyada çalınması en zor, yorumlaması en spekülatif eseri olan ve yaşayan piyanistlerin arasında sadece 3-4 kişinin mükemmele yakın çaldığı 3. Piyano Konçertosu’nu başarıyla çalabilen piyanist olarak geçmiştir. Bugün dünyanın en önemli piyanistlerinden biri olarak kabul ediliyor. Dâhiliği ve deliliği, yalnızlığı ve çoğulculuğu çoğu zaman karşılaştırılan bu önemli piyanist, 12 Eylül tarihinde ilk kez Türkiye’ye gelecek ve Aya İrini Müzesi’nde klasik müzik severler ile buluşacak.

Deha ve delilik arasında seyreden bir hayat...

Freud’un teorilerinden etkilenen Andrè Breton için, bilinç dışılık düş gücünün temel kaynağı, deha ise bu bilinçdışı dünyasına girebilme yeteneğiydi.

Kendi söylemleriyle, “gerçeküstü dünyanın düşsel imgelerini geliştirmeye” başladılar. Bu şairlerin dizelerindeki sözcükler, mantıksal bir sıra izlemek yerine bilinçdışı psikolojik süreçlerle bir araya geldiği için insanı irkiltiyordu.

James Joyce’a göre Tolstoy, Dostoyevski’nin edebi kabiliyetine değil kalbine hayrandır. Ona göre delilik Dostoyevski’nin dehasının sırrıdır. Coşku ile birleşen bu deha olgusu yaratıcısı insanı üzerinde derin bir etki yaratabilir. Makul bir adamın yapabilecekleri, bu tür bir deha ile kıyaslanırsa oldukça sınırlıdır.

Önemli olan, Tanrı’nın böyle bir enstrüman yaratmış olmasıdır.

İnsan denen bir enstrüman.

Ancak yarattığı müziğin bestecisi de enstrümanını çalmayı başaracak olan da yine kendisi olan o insandır.

Kendini çalabilmesi yetkinliğini yalnız kendisi adına değil tüm insanlığa sunarak evrimselleşebilecek insan, gerçek dahi gerçek sanatçı olacaktır.