Siyasetin doğasını anlamak için siyasetçiler tarafından üretilen politikaların özüne bakılmalıdır. Bunun yapılabilmesi için ise “verili durum incelemeyi ve bu durumundan dersler çıkarmayı” ilke edinmiş olan ‘Siyasal Realizim’ akımının incelenmesi gerekir
Ünlü filozof Francis Bacon ‘Bilimin İlerlemesi’ isimli eserinde şu sözlere yer verir: “Filozoflar hayal ürünü cumhuriyetler için hayal ürünü kanunlar yapmışlardır ve bu filozofların sözleri çok az ışık saçmaktadırlar çünkü bu sözler yıldızlar gibi bize çok uzaktadır.”
Devletlerarası ilişkileri anlamak açısından tarihte iki akım ön plana çıkmıştır. Bu akımlardan ilki, Bacon’un eleştirdiği düşünürleri de içinde barındıran ütopyacılık ya da liberalizm diye isimlendirilen akımdır. Ütopyacılık akımı siyaseti olduğu gibi kabul etmez, siyasetin nasıl olması gerektiğini bize söyler. İnsanların uymasını beklediği ahlaki kuralların devletler içinde geçerli olduğunu belirtir.
Bu akımlardan ikincisi olan siyasal realizm akımı ise dünyanın mükemmel olmadığını kabul eder. Siyasal realizme göre bu dünya çifte standartlar dünyasıdır. Kişi bu dünyayı olduğu gibi kabul etmeli, onu değiştirmek için boşuna uğraşmamalıdır. Bu akıma göre siyasetin görevi dünyada hali hazırda var olan güçlere karşı savaşmak değil, var olan bu güçleri hesaba katarak belirlediği amaçlara ulaşmak olmalıdır.
Bizce de bu iki akım içinden siyasal realizm akımı siyasetin doğasını çok daha iyi anlatmaktadır. Dolayısıyla uluslararası ilişkileri daha iyi anlamak açısından bu akımı daha detaylı incelemekte fayda var. Siyasal realizm akımını daha iyi kavrayabilmek için bu akımın en önemli düşünürlerinden Hans J. Morgenthau’nun Siyasal realizmin altı prensibinden yararlanabiliriz.
Siyasal realizmin altı prensibi
Siyasal realizm gerçeklerle hayaller arasında ayırım yapılması gerektiğini söyler. Her durumda kanıtlarla desteklenebilecek olan gerçeklerin peşinde koşmanın gerekli olduğunu ve hayallere dayanarak siyaset üretilememesi gerektiğini söyler.
Bu prensibin klasik örneği İkinci Dünya Savaşı öncesi İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain’in uygulamış olduğu Hitler’i ‘Yatıştırma Politikasıdır’. Chamberlain, İkinci Dünya Savaşı’nın öncesinde Almanya’nın kazanmış olduğu bazı toprakları ve diğer ülkelerde yaşayan Alman azınlıklar ile ilgili elde ettiği hakları, Büyük Güçlerin kabul etmesi ile beraber Hitler’i yatıştırabileceğini ve bu şekilde savaşı önleyebileceğini düşünmüştü. Ancak bu siyaset tam anlamıyla hayalcilikten ibaretti. İki dünya savaşı arasındaki dönemde Almanya çok hızlı bir şekilde silah üretmekte, her gün Versailles Antlaşması’nı eleştirmekte ve bu antlaşmanın birçok maddesinin yerine getirmemenin yanı sıra komşusu olan ülkelerde yaşayan Almanlar vasıtasıyla bu ülkelerden sürekli toprak talep etmekteydi. Dolayısıyla o dönemde varolan tüm kanıtlar Hitler’in asıl amacının barış değil, güç kullanma yoluyla verili statükoyu değiştirmek olduğunu net bir şekilde gösteriyordu.
Siyasal realizmin üstünde durmuş olduğu bir diğer nokta ise devletlerin politikalarını değerlendirirken kullanılacak olan kıstasın güç cinsinden tanımlanmış olan çıkarlar olmasıdır. Bu çıkarların güç cinsinden tanımlanmasının önemi şu noktadadır, bir devlet adamı sürekli olarak kendine “benim ülkemin çıkarları nelerdir?” ve “bu çıkarlar hangi alanlarda benim devletimin gücüne katkıda bulunur?” sorusunu sorduğundan, güç cinsinden tanımlanmış çıkarlara odaklanmak bizlerin devletlerin yürüttüğü politikaları daha iyi anlamasına imkân tanır.
Siyasal realizm akımı siyasetçilerin niyetlerine ve ideolojik eğilimlerine önem vermez çünkü siyaseti anlamak açısından önemli olan güç cinsinden tanımlanmış olan çıkarlardır. Hiç şüphe yoktur ki Hitler’i yatıştırma politikasını uyguladığı sırada Chamberlain tamamen iyi niyetle hareket etmekteydi. Chamberlain’in amacı savaşa başvurmadan Avrupa’ya barışı getirmekti ancak yapmış olduğu siyasi hataların sonucu İkinci Dünya Savaşı kaçınılmaz oldu ve tarihin en kanlı savaşı yaşandı. Diğer yandan Chamberlain’den sonra İngiltere’de Başbakanlık koltuğuna oturacak olan Sir Winston Churchill çok daha bencil ve ben merkezli bir şekilde siyasete yaklaşıyordu, siyasi niyetleri Chamberlain’le kıyaslandığında çok daha ahlaksızcaydı. Ancak olayların akışını çok daha iyi görmesi sebebiyle tarihe adı ‘İngiltere’yi kurtaran kahraman’ olarak geçti.
Bu nokta ile yakından bağlantılı olan siyasal realizmin üçüncü prensibi ise güç cinsinden tanımlanmış olan bu çıkarların sürekli olarak değişebildiğidir. Örneğin XIX. yüzyılda ülkenize ekonomik güç katacak olan doğal kaynak kömür ve çelikken, XX. yüzyılda bu petrol olabilmektedir. Dolayısıyla herhangi bir ülkenin güç cinsinden tanımlanmış çıkarı XIX.yy’da kömür çelik kaynaklarının olduğu topraklarda söz sahibi olmakken, bu XX.yy’da petrole sahip topraklarda söz sahibi olmak olabilir.
Dördüncü prensip olarak siyasal realizm, ahlak kavramının üzerinde durur. Ahlaki prensiplerin soyut bir şekilde devletlere uygulanamayacağını, sürekli olarak içinde bulunulan zaman ve mekâna göre yeniden değerlendirilmesi gerektiğini savunur. Bireyler dünya yerle bir olsa da adalet yerini bulmalı (Fiat Justitia, pereat mundus) diyebilir. Ancak vatandaşlarını korumakla yükümlü olan devletler adaletten önce vatandaşlarını düşünmek zorundadırlar. Siyasal realizm ahlak ve bunun doğal bir uzantısı olan uluslararası hukuk kavramlarının tarafsız birer kavram olmadıklarını iddia eder. Bu iki kavram da sıklıkla verili statükodan memnun olan ve çıkar sağlayan devletler tarafından o anki uluslararası statükoyu meşrulaştırmak için kullanılır. Örneğin XIX. yüzyılda tüm dünyada liberal ekonomiden en çok çıkar sağlayan ülke İngiltere’ydi. Bunun sonucu olarak İngiltere o dönem boyunca liberal ekonominin tüm insanlığın çıkarına olan, dünya ekonomisinin büyümesini sağlayacak bir ekonomik model olduğunu iddia etti. İngiltere’ye göre liberal ekonomik modeli uygulamayan ülkeler hem kendi çıkarlarını hem de tüm dünya ülkelerinin çıkarlarını tehlikeye atarak, ahlaksızlık yapmaktaydı. Tabii ki ahlaklı olan, İngiltere’nin çıkarına olanı yapıp liberal ekonomik modele uygun politikalar üretmekti. Diğer bir örnek ise Almanya’nın iki savaş arası dönemde imzalamış olduğu Locarno Anlaşması’dır. 1925 yılında siyasal statükonun kendi lehine olmadığını gören Almanya bu anlaşmayı imzalamış ve batı sınırındaki anlaşmazlıkların çözüldüğünü kabul etmişti. Fakat güçler dengesi kendi lehine döndüğü anda bu anlaşmayı yırtıp atmış ve kendi sınırlarını güç kullanma yoluyla belirlemeye çalışmıştı. Kısacası siyasal realizm akımına göre, uluslararası ahlak ve uluslararası hukuk, o anki verili siyasal durumu ifade eden statükodan, çıkar sağlayan devletlerin, o statükoyu savaşa gerek kalmadan koruması için kullanılan birer araçtır.
Siyasal realizmin beşinci kuralı hiçbir milletin ahlaki prensiplerinin dünyayı yöneten ahlaki prensipler olarak kabul edilmemesi gerektiğidir. Birçok millet kendi ahlak anlayışının doğru olduğunu ve dünyanın da aslında bu ahlak anlayışıyla yönetildiğini iddia eder. Fakat realizm buna karşı çıkar. Realizm ahlaki göreceliği savunur ve her milletin kendine özgü ayrı bir ahlak anlayışının olduğunu var sayar.
Örneğin ABD’de bireyin çıkarları toplumdan daha önce gelirken, Çin’de toplumun gelişimi bireylerin haklarının pahasına olabilmekte ve her iki durum da ahlaki olarak her iki ülkede kabul görmektedir. Dolayısıyla bir siyasal realistin kaçınması gereken şey, bir toplumun ahlaki kodunu alıp tüm dünyaya uyarlamaktır. Bir realisti bu yanlış duruma düşmekten koruyacak olan en önemli araç ise sürekli olarak güç cinsinden tanımlanmış olan çıkarlara odaklanmaktır. Unutulmamalıdır ki, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin yenilmesini sağlayan, müttefik devletlerinin daha yüksek ahlaki prensiplere sahip olması değil, müttefik devletlerinin top yekûn bir savaşı Nazi Almanya’sından daha başarılı bir şekilde yürütebilmesidir.
Hans J. Morgenthau’ya göre siyasi realizmin altıncı ve son prensibi siyasal realizmin diğer disiplinlerden ayrı bir disiplin olarak kabul edilmesidir. Bir iktisatçı “bu siyaset ulusun ekonomik durumunu nasıl etkileyecek?” diye sorar, bir hukukçu ise “bu siyaset hali hazırdaki yasalarla uyum içinde midir?” sorusunu yöneltir. Bir realist ise “bu politika ulusun gücünü nasıl etkileyecek?” sorusunu soran kişidir. Siyasal realizm ile diğer disiplinler farklı sorular yöneltip, farklı sorulara cevap ararlar ve bu yüzden ayrı disiplinler olarak değerlendirilmeleri gerekirler.
Tüm dünyada siyasetçilerin kendilerini, üretmiş oldukları politikaları ahlaki argümanlarla savunmak zorunda hissettikleri günümüzde, siyasal realizm daha da önem kazanıyor. Siyasal realizm, siyasetçilerin ortaya koydukları politikaları son derece gösterişli ahlaklı argümanlarla sarılı ambalajlarından çıkartıp, bizlere bu politikaların özünü inceleme şansı vermekte. Siyasetçilerin niyet ya da ideolojilerine bakılmaksızın, sonuçlara odaklanmamızı ancak siyasal realizm sağlayabilir.