Unutmadan Unutturmadan yaşamak

Birleşmiş Milletler, Holokost boyunca hayatını kaybeden altı milyon Yahudi’nin anısına 27 Ocak’ı ‘Uluslararası Holokost Kurbanlarını Anma Günü’ ilan etti. 2005 yılında alınmış bu karar, neleri kapsıyor? Geç kalınmış bir karar mı? Ve en önemlisi, Holokost inkârcılığı ile mücadelede yeterli kalıyor mu?

Perspektif
27 Ocak 2010 Çarşamba

27 Ocak, Holokost kurbanı olan altı milyon dindaşımızın hatırasına ithaf edilmiş ilk evrensel anma günüdür… Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1 Kasım 2005 tarihinde toplanmış 42. oturumunda alınan 60/7 no’lu kararla 27 Ocak ‘Uluslararası Holokost Kurbanlarını Anma Günü’ olarak ilan edildi.

Birleşmiş Milletler bu karardan kısa bir süre önce de, 24 Ocak 2005 tarihinde, Nazi toplama ve ölüm kamplarının özgürlüklerine kavuşturulmasının ve Holokost’un sona erişinin 60. yıldönümünü ilan etmişti; bu kamplardan en büyüğü olan Auschwitz –Birkenau, Sovyet birlikleri tarafından 27 Ocak 1945 tarihinde kurtarılmıştı.

Aslında BM’in 60/7 kararından evvel, önce 3 Ocak 1996 tarihi Almanya’da, sonrasında da 27 Ocak 2001 İngiltere’de benzer şekilde anma günleri olarak ilan edilmişti.

BM kararı neyi kapsıyor?

60/7 sayılı kararla üye ülkelerin Soykırım kurbanlarının anısını onurlandırmaları teşvik edildi ve bu konuda gelecekte benzer soykırımların yaşanmasını engellemek için ulusal eğitim sistemlerinde Holokost tarihini anlatan programlara yer verilmesinin cesaretlendirilmesi hedeflendi. Söz konusu karar, tarihi bir gerçek olarak Holokost’un inkâr edilmesini ve farklı etnik ya da dini nitelik taşıyan toplumlara veya kişilere karşı şiddet, aşağılama veya tahrik içeren, kendine de kaynak olarak dini hoşgörüsüzlüğü almış her türlü manifestoyu inkâr ediyor... Karar aynı zamanda Nazi ölüm kamplarının, konsantrasyon kamplarının, zorunlu çalışma kamplarının ve hapishanelerin Holokost’un yaşandığı alanlar olarak korunması ve sivil toplumla ilgili organizasyonların Holokost’un hatırlanması ve öğretilmesi adına harekete geçirilmesi için bir Birleşmiş Milletler programının oluşturulmasını öngörüyor.

Dolayısı ile Holokost kurbanlarının hatırlandığı bu uluslararası anma gününde, 1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesiyle ortaya koyulan taahhütlerimizi hatırlamalı, üstüne basarak, ısrarla hatırlatmalı ve en önemlisi insan olarak bize tanınmış olan haklarımızı açık şekilde savunmak için gerekenleri hem kendimiz hem de gelecek nesiller için yerine getirmeliyiz…

Özünü yukarıdaki bir kaç paragrafta ifade ettiğimiz şekline bakıldığında son derece olumlu ve kulağa hoş gelen bir tablo ile karşı karşıya olduğumuz söylenebilir... Acaba gerçekte de durum öyle mi?

BM kararından antisemit söylemlere…

Birleşmiş Milletler, 1945 yılında savaşın sona ermesiyle ortaya çıkan modern tarihin 52 milyon insanın ölümüne mal olmuş en büyük yıkımının hemen ardından kuruldu. Kuruluşunun temelinde, hem bu yıkımın sonuçlarıyla dağılan toplumlar düzeninin yeniden kurulması, hem de benzer bir yıkımın tekrarını engellemek olan Birleşmiş Milletler, Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kuruluşunu resmen ilan etti. BM’in 1947 tarihli paylaşım planı çerçevesinde Filistin topraklarında tam bağımsız bir Yahudi Devleti ile Filistin Arap Devleti’nin yan yana kurulmasına olanak tanıyan çözüm önerisine, Araplar karşı şiddetli şekilde karşı çıktı. Dolayısı ile paylaşım planının kabulünden yaklaşık bir yıl sonra, İsrail’in kuruluşu, maalesef belki de salt oluşma şekli ve zamanlaması nedeni ile antisemit söylem ve yaklaşımlara malzeme edilmek üzere sömürüldü...

Şöyle ki, İsrail Devleti’nin 2.Dünya Savaşı’nda yaşanan Yahudi kıyımının bir sonucu olarak kurulabildiği, dolayısı ile yaşananların gerçek olmadığı ve sadece bir Yahudi Devleti’nin oluşturulabilmesi amacı ile dönemin Yahudi entelijansyası tarafından uydurulan bir yalan olduğu iddia edildi ve ediliyor.

Yaklaşık 2000 yıllık Diaspora yolculuğunda, 1896’da başlayan Siyonist akımın etkisinde bir devlet sahibi olma umuduna eskisinden daha fazla tutunan ve asimilasyondan emansipasyona, denedikleri her türlü yola rağmen pogromlardan, engizisyondan, sürgünden, aşağılanmadan ve daha birçok acıdan kendini kurtaramamış Yahudi toplumunun, tüm bunların üzerine altı milyon kurban daha verdikten sonra bir devlet sahibi olmasının antisemitizm üzerinde, olumsuzdan da öte, onu daha da alevlendirecek bir etki bırakması şaşırtıcıdır.

Ancak nasyonal sosyalist akımda olduğu gibi takipçisi neo-Nazizm’in de varlığını sürdürebilmesi için, hem kendine bir karşıt seçmesi hem de iddia ettiği ideolojiyi aklaması gerekmekteydi... O zaman hedef yine Yahudiler olmalı ve de şüphesiz yarattıkları felaket ve yıkım yer yer çarpıtılmalı, yer yer ise inkâr edilmeliydi. Ne de olsa Odessa organizasyonunun desteğinde hatırı sayılır Nazi ve işbirlikçileri savaş suçlusu olarak yargılanmaktan kaçmayı başarmış ve başta Güney Amerika olmak üzere muhtelif ülkelerde tekrar ülkülerini yaşatmak için organize olmaktaydı.

İnkâr 1942’de başladı

Buna ek olarak merkezi İsviçre’de olan Yahudi Ajansı’na 1942 yılı başında kamplardan kaçarak ellerindeki bir kaç fotoğrafla ulaşmayı başaran iki kişinin aktardıklarına ve özellikle 1943 baharıyla beraber Avrupa’nın içlerine doğru ölüm kamplarının bulunduğu noktalara yapılan keşif ve bombardıman uçuşlarında elde edilen görsellere rağmen yaşanmakta olanların yeteri kadar tepki görmediği de hatırlanmalıdır.

Sonuç olarak Holokost’un daha olaylar yaşanmaktayken inkâr edildiğini ve rasyonel bir yaklaşımın tam aksine antisemitizmi körükleyici bir etkisi olduğunu da söyleyebiliriz… Holokost’un savaş sonrasında hür dünyada Yahudilere karşı belli bir sempati duyulmasına sebep olduğu söylense de, savaşın bitiminde ailelerini aramak için vatan diye saydıkları topraklara geri dönenlerin başta Polonya olmak üzere Doğu Avrupa topraklarında yaşadıkları sıkıntıları unutmamalıyız.

Dikkate alınması gereken bir başka önemli konu da Holokost kurtulanlarının yaşadıkları korkunç travma sebebi ile uzun yıllar bu konuyu konuşmadıkları gerçeğidir… Buna aynı zamanda Holokost’un, başta tarih kitaplarında olmak üzere, İkinci Dünya Savaşı anlatıldığında konu edilmemesi de eklendiğinde, 1960’lara kadar bu konuda ulusal veya uluslararası bir kamuoyunun oluşmadığından rahatlıkla bahsedebiliriz… Bu açıdan bakıldığında Yad Vaşem Holokost Müzesi ve Simon Wiesenthal Enstitüleri gibi kurumların oluşması ve özellikle Almanya’nın kendine dönerek yaşadığı ve yaşattığı felaketi nasyonal sosyalist ideolojinin özünde tartışmaya başlaması gerçeklerin açığa çıkmasında önemli bir katkıda bulundu…

En iyi resim, Anne Frank’ın anıları

Bu süreçte Anne Frank’ın hatıra defterinin bulunması ve geçen süre zarfında dünya genelinde 28 dilde yayımlanmasının çok büyük anlamı olduğuna inanıyorum… Anne Frank’ın, 12 yaşındaki bir kız çocuğunun naif, masum ve her şeye rağmen hayata umutla tutunmaya çalışan psikolojisi ile kaleme alınmış duygularının yarattığı Holokost gerçeği algısının, en acımasız resimlerden ve yaşananları neredeyse pornografik bir açıklıkla tarif eden metinlerden çok daha etkili olduğu kanaatindeyim.

Şu ana kadar bahsettiğimiz olgular ve yaklaşık 65 yıllık tarihsel sürece bakıldığında Birleşmiş Milletlerin 2005’te aldığı bu kararın çok geç olduğu düşüncesindeyim… Üstelik 60/7 sayılı kararın öngördüklerinin tersine o tarihe kadar arka arkaya büyük katliamlar ve soykırım girişimleri gerçekleşti. 60/7 sayılı karar yüzeysel olarak bakıldığında gözümüze olumlu bir imaj yansıtabilir. Ancak, hem İsrail’in, hem Yahudi toplumlarının hem de diğer azınlıkların bugün ve gelecekte yüzleşmek zorunda kalacakları tüm tehdit ve sıkıntıları ortadan kaldırmaya ya da hiç olmazsa tehdidin bir nebze de olsa azalmasına katkıda bulunacağına inanmamalıyız…

Dolayısı ile bizler dünya nüfusunun çağdaş birer üyesi olarak yaşamaya devam ederken aynı zamanda kendimizi daha iyi tanımalı, kimliğimizi korumalı ve Yahudi toplumu farkındalıklarımızı geliştirmeliyiz… Bir bütün olarak bakıldığında aslında sağlam temelleri olan ve sürekli olarak kendini geliştirmeye açık, bunun için gereken tüm olanakları sağlamaya çalışan toplumsal bir bilinçten bahsetmekteyiz…

Unutmayalım ki ‘Shalom Aleıchem’ın bizlere yansıttığı gibi hepimiz birer ‘damdaki kemancıyız’ ve hayat yolunda ilerlerken dengemizi korumak için gereken tüm enstrümanlarla donatılmış olmalıyız

Moiz MESERİ