İnsanlık tarihinin kara lekesi olan Holokost’un üzerinden 65 yıl geçmesine rağmen, dünyada Soykırım inkârı ve Holokost’u yok sayan mesajlara rastlamak halen mümkün…
27 Ocak Birleşmiş Milletler Holokost Kurbanlarını Uluslararası Anma Günü çerçevesinde Almanya ve Polonya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde etkinlikler gerçekleşti. İsrail Başbakanı Binyamin Natenyahu Auschwitz’de konuşurken, Devlet Başkanı Şimon Perez de Alman milletvekilleri önünde, Nazi barbarlığını lanetliyor ve bu süreç içinde hayatlarını kaybedenleri Kadiş duası ile kutsuyordu.
Anma toplantıları ve etkinlikleri ile eş zamanda, İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney ise, Yahudi kimliği ile İsrail’in ve onun Siyonist rejiminin Ortadoğu’da iplerin elinde olmasını istediğini ve bu durumun İslam âlemi için çok büyük bir tehlike içerdiğini ifade ediyor ve açık cihat çağrısını yineliyordu.
Hemen ardından, anma gününden bir gün önce, Moritanya Devlet Başkanı Muhammed Abdülaziz’i kabulü esnasında, ortak düşmanı yok etmek adına en uygun yöntemi bulmak için İslam uluslarının düşünmeleri gerektiğini ifade ediyor ve ekliyordu İran’ın dini lideri Hamaney: “İnanın, yakın bir gelecekte bölgenin ülkeleri Siyonist rejimin yıkılışı için birlikte çalışacaklar. Bunun ne zaman ve nasıl olacağına ise bu ülkelerin soruna yaklaşımları yön verecek…”
Tunuslu gazeteci yazar Ftouh Suhail, Terre d’Israel internet sitesinde yayınlanan ve İran’ın, “Holokost’un reddi ve bunun üzerinden İsrail’in varlığının tartışmaya açılması” konusunda etkin çabaları üzerine kaygılarını dile getiren yazısına şöyle devam ediyor:
“Holokost kurbanlarını anma günü verilen böylesi mesajlara İslam âleminin sağduyu sahibi düşünce adamlarından tepki gelmemesi çok üzücü. Bundan öte, Hamas’ın, dünyanın neresinde olursa olsun, ‘Yahudi ve Haçlıların’ öldürülmesi çağrıları, ‘Ameriko – Siyonistlerin’ ortadan kaldırılmaları gerektiği konusundaki beyanları ise tam bir Nazi türevi söylem. Amaçları bu yolla antisemit çevrelerin kalplerini kazanmak ve bu surette İslam’ın kişiliğini saptırarak liderliğe oynamak…
Dünyanın Şoa’da ölenlerin anısına tek yürek olduğu bir sırada nefret dolu söylemlerde bulunmak, kabul edilemez, hoş görülemez… Dünya ‘Son Çözüm’ün, tüfek namlularının kurşun kustukları günlerden çok daha önce, ağızlardan dökülen sözcükler ve kalplerde büyütülen nefretle başladığını unutmamalı. Umalım ki, çılgına dönmüşlerin insanlığa yaşattıkları tarifsiz acılar tekerrür etmez… Bunun için aynı hatalara düşmememiz gerekir. Savaş esnasında içine düşülen en önemli yanılgı gelişen olayların yalnız Yahudileri mağdur ettiğini sanmaktı. Benzer alçaklığa bugün de, değişik şekillerde tanık oluyoruz.
Bugün İsrail’i kuşatan ve onu tarih sahnesine gömmek için yanıp tutuşan Naziler, esasında tüm hür dünyayı tehdit ediyorlar. İran’ın bu anlamda terör gruplarına yaptığı siyasi desteği göz önüne alacak olursak, nükleer silahlarla donatılmış böylesi bir gücün bölgede yaratacağı tehdidi anlamak daha kolay olur. Dolayısı ile dünyanın bu duruma sırt çevirmemesi gerekir. Oysa batılı ülkelerde konu hala tartışma aşamasında, ve Tahran vuruş menzilini günden güne arttırıyor!
İran’daki rejim İslam âleminin kaderini İsrail – Filistin sorununa oturtmuş. Bu anlamda, İsrail’in varlığının tartışılmaya açılması onun için bir dogma haline gelmiş, Humeyni’den Ahmedinecad’a, muhalefette kaldığı söylenen Rafsancani dahil olmak üzere, tüm İranlı siyasetçiler bunu desteklemiş… Bu şekli ile İsrail hakkında fikirlerini her zeminde açıklamaktan geri kalmayan liderlerin elinde bombanın, Yahudi Devleti için yaşamsal bir sorun oluşturduğunu herkes anlamalı… Tehlike esasen yalnız İsrail ile sınırlı da değil. Zaten bunun böyle olduğunu savunmak, Hitler Almanya’sının yaptıklarından ders çıkartmamış olmak demektir… Bombadan İsrail ile birlikte, tüm Ortadoğu, tüm Yakındoğu ve genel anlamda tüm insanlık yıkıcı bir şekilde etkilenecektir. Filistin’i kurtarma adına İsrail’in haritadan silinmesi bazı bölge liderleri için öncelikse, bunu olduğu gibi, saptırmadan anlamalı ve karşı durmalıyız…”
Holokost üzerinden yapılan İsrail ve Yahudi düşmanlığı bir yana, bunun iyi okunamaması ya da bundan inatla ders çıkarılamamış olmasının getirdiği bir sıkıntı da, bazı köktenci grupların düşünce şekilleri ile ilgili:
Yalnız kendinden olana saygı gösteren, yalnız kendi gibi düşünene kucak açan, tüm diğerleri ötekileştiren 21. yüzyıl yaklaşımlarının, 20. yüzyıl faşizminden geri kalan yanı nedir?
Filistin’de, Batı Şeria ya da Gazze’de onca zorluk içinde yaşayan insan yığınlarının sırtından siyaset yapmak, onların refahını yükseltecek adımları atacak yerde, çözümü çözümsüzlükte bulmak, nasıl bir liderlik anlayışıdır?
Holokost’un reddi elbette İran ve takipçilerinin tekelinde bir durumu ifade etmez. Avrupa’da, Hıristiyan âleminde de benzer yaklaşımlar var. Bir önceki Papa II. Jean Paul’ün yakınında görev yapmış Polonyalı bir din adamı, Şoa’yı bir Yahudi yalanı olarak nitelendirmiş ve Birleşmiş Milletlerin 2005 yılında aldığı - Auschwitz’in kurtarıldığı günü Uluslararası Anma Günü ilan eden - karara tepki göstermiş…
Şoa bir Yahudi yalanı mıdır? Avrupa Yahudi nüfusunun yarıdan fazlası anlaşılmaz bir şekilde ortadan kaybolmadıysa, bunu bir yalan olarak nitelemek olası değil. Elie Wiesel’in dediği gibi “Tüm kurbanlar Yahudi değildi, ancak tüm Yahudiler kurbandı…” Polonyalı din adamı Monsenyör Pieronek, www.ponifix.roma.it internet sitesinde yayınlanan yazısında işte bunu ıskalıyordu…
“Kamplarda ölenlerin yalnız Yahudi olduğunu söylemek doğruyu ifade etmez. Onların yanında Polonyalılar, Çingeneler, rejim karşıtı komünistler de vardı… Dolayısı ile bu trajediyi propaganda malzemesi yapmak doğru değildir…” derken, Avrupa’nın Yahudi olan her şeyden arındırılması için titizlikle planlanmış ve yürürlüğe konmuş ‘Son Çözüm’ü de ıskalıyordu, muhtemelen…
Monsenyör Pieronek’in bu çıkışı, Papa 16. Benedikt’in, Şoa’ya tepki vermemekle suçlanan dönemin Papa’sı 12.Pius’un yeniden onurlandırılması sürecini başlattığı günlere denk gelmesi ise ilginç bir tesadüf olsa gerek.
Değişik bir ses, Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner’den geliyor: Auschwitz’in Rus orduları tarafından kurtarılışının 65. yılı dolayısı ile yayınladığı bildiride Kouchner şöyle diyor:
“Bundan 65 yıl önce Rus ordularının Auschwitz – Birkenau’yu kurtarmaları ile gün yüzüne çıkan Nazi imha endüstrisinin acımasız yüzü, Yahudi halkının toplu olarak imha edilmesi ile sona erecek dehşet dolu kriminal bir projedir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin tanımladığı gibi, “insan vicdanını isyan ettirecek” birçok görüntü ile vurulmuş olduğumuzu söylemek abartılı olmasa gerek.
Hukukun üstünlüğü üzerine kurulu bir dünya yaratmak için, benzer duyguların ve olayların bir daha yaşanmayacağı bir dünya yaratmak için bilinçlenmek gerekir demek yeterli değildir. Bu bir savaşsa eğer, bu savaş daha bitmedi, çünkü temelleri kırılgan bir hafıza üzerine oturtulmuş.
Holokost esnasında olanları ne kadar biliyoruz? Getto ya da soykırım terimleri öylesine rahatça kullanılıyor ki, bu benzersiz suçu banalleştiriyor. Primo Levi, ya da Anne Frank’ın tanıklıklarını okumak, kurban olmuşların, bir zamanlar insan olarak yaşamışların, sevmişlerin, ummuşların dünyaları hakkında ipuçları verir, kim bilir?
Tehlikeli bir döneme girdik. Şoa’yı birebir yaşayanlar, bize son derece zor bir görev bırakarak hızla azalıyorlar. Omuzlarımıza acımasız bir şekilde çöken bu görev, hafızayı yarınlara taşımak olacak. Kurtulanların ve çocuklarının yorulmak bilmez gayretlerinin zaman zaman, “sayfayı çevirmek” isteyenler tarafından gölgelendiğini hissediyorum her yerde. Tarihin yok edilmesi, inkârı esasında revizyonistlerin tekelinde değil. Sözcüklerin sıradanlaşmasında, aynı zamanda… Şoa gaz odalarında başlamadı, o önyargılarla, bitmek tükenmek bilmez nutuklarla başladı.
Eğitimin amacının bu bilgiyi, bu tecrübeyi iletmek olması gerekiyor… Ve ders çıkartmak:
“İnsanlık için bir aydınlık verebilmek. Bu bizim sorumluluğumuz ve bundan daha yücesini tanımıyorum…”
Bernard Kouchner’in tespitlerine katılmamak mümkün mü? Holokost’u ret etmek, onu ucuzlatmak, bunu salt bir Yahudi Soykırımı çerçevesinde değerlendirmemek gerekir. Bu süreç Avrupa Yahudiliğini, canıyla, malıyla, en ince ayrıntısına dek kültürüyle, yerle bir etmişse de, Şoa’yı böylece kısıtlamak doğru değil… İnsanın içinde – anlamlı veya anlamsız şekilde – biriktirdiği nefretin, hıncın, kıskançlığın, irrasyonel düşüncenin varabileceği nokta, toplumları nasıl kavrayabileceğini de gösteriyor.
Günümüz siyasi liderlerinin, toplum kanaat önderlerinin söylemlerinde, sevk ve idarelerinde bu noktaları dikkate almaları ve Holokost’un evrensel dersine kulak vermeleri, mutlu ve refah dolu yarınlar için bir umut kapısı olacaktır.
Hüzünlü bir şiirden alıntı:
“Her Auschwitz demeğe çalıştığımda / Sözcükler ağzından kayıp gidiyor / Acımı taşıyan toprağı alıp çekiyor / Buyurarak sesime bir ölüm sessizliği…
Her sene Tanrı’yı tanık alıyorum / Zira Toprak bu desteği esirgiyor benden, / Sözcüklerin kökleri mezarlarda kayboluyor / Karışıyorlar vücutlarından ayrılmış kemiklere
Bırakınız söyleyeyim, / Bırakınız anlatayım, / Evet, toprak ağzını açtı / Girdap onları yuttu…
Ben bu girdabım, / Ve yanmış vücudum, / Ben ağzımda ölüp giden bu çığlığım / Ben ölenlerin boğulmuş sesleriyim…
Daha bu sene, / Uçurumun eşiğine yaklaştığımda / Ayaklarım Boşluğun eşiğinde
Ağlıyorum, yalvarıyorum…
Bırakınız söyleyeyim / Bırakınız anlatayım / Gökler onları yutmak için açıldı / Ve gece onları alıp götürdü…”
Rachel Franco – 31.01.2010