“Onsuz edilmeyen bir şeydir şiir – ama neden onsuz edilmediğini bir bilebilsem.” diyor Jean Cocteau ve sanatın yalnız şiir adına değil tüm duyumsamalarımızda neden yaşamsal gerekliliği olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Neden acaba böylesine gerekli ‘Aşk ve Sanat’. Her ikisi de ‘Yaşam ve Varoluş’ kadar yakın birbirine. Cocteau, sanatın gerekliliğini burjuva dünyasının beslenmesi şeklinde düşünürken, yalın sözcükleriyle Atilla İlhan aşkı tüm insanlar için sonsuzlukla eşleştiriyor.
“Bir yerlere yıldırım düşüyorum / Ayrılığımızı hissettiğim an demirler eriyor hırsımdan… / Gecenin ırmağında yüzüyor zambaklar yaseminler unutulmuş / Belki tedirgin gülümser / Çünkü ayrılık da sevdaya dahil çünkü ayrılanlar hala sevgili” Jacques Prevert, erişilemeyecek bir sevgiliyi özenli bir ressam kaleminden çıkan kapısı açık bir kuş kafesinde özgürce uçabilen fakat orayı yuvası bilmiş bir kuş olarak tanımlıyor ‘Pour faire le portrait d’un oiseau’ adlı şiirinde.
Bu satırları yazarken ‘Invocation a la nuit’ CD’sinden Marin Marais’nin tutkulu bir aşkı anlattığı ‘Les Voıx Humaines’i Jordi Savall’ın sanatında özgür emprovizasyonu ile dinliyorum.
Aşkın sınır tanımayan bir yaşam sanatı olduğu fikri onu sanat yapıtına dönüştürebilenlerin başarısı aslında.
Sanatın ‘hayatın yerini tutması’ aslında sanatın insanla, çevresi doğası ve arzuları arasında bir denge sağlaması, sanatın niteliğini ve gerekliliğini tanımlayan bir tümce.
“Doğarız yaşarız ve ölürüz”, yaşam sürecini anlatan en kısa hayat hikâyesiyken farkındalıklarımızla içselleştirdiklerimizle bunların aralarını doldurmağa başlar yaşam öykümüzü her gün yeniden yazarız.
Öğreniriz, severiz, aşık oluruz, doğururuz, üretiriz, biliriz, paylaşırız, katarız, yeniden ve her gün yeniden yaratırız…
Bunun belki yaşam sanatı olur adı, ya da sanatın aşkını yaşar, gelecek toplumlara ödünç veririz.
Michelangelo’nun Musa’yı yeniden yaratması, Picasso’nun Guernika acılarını yansıtması, Aragon’un Elsa’nın gözlerinin tasfiri hep bu izdüşümün yaşam izleri değil midir?
Hayatın yerini tutmak; ne kadar iddialı ne kadar ötede bir söylem gibi geliyor değil mi? Peki ama hayatın yerini tutmaktan ötede başka bir işi yok mudur sanatın?
İnsanla dünya arasındaki köklü ilişkiyi açığa vuramaz mı? Aşk da dünya işlerinin (hele bu günlerde) başköşesinde sayılmaz mı?
Antik çağdan günümüze, sanatın en temel niteliği hakkında herkesin ortak görüşü ‘evrensellik’ kriteridir.
Sanatın her türlü yerel nitelemeyi, sınıflamayı tanımı aşan bir yapısı vardır. Tıpkı ‘Aşk’ gibi.
Onu ne kadar tanımlamaya çalışacak sözcükler üretsek, hangi renk ve dokularda biçim arasak, hangi maden ve alet ile yontmaya kalksak hep bir şeylerin eksik olduğu görür hep ötesinde anlatım olanakları ararız. Belki ‘San at’ bunun için de var olmuştur ve olacaktır.
‘Güzellik’ uzun süre sanatın en önemli niteliği olarak görülmüştür. Bu durum sanatın anlamın da yansımış, ‘belli bir güzellik anlayışıyla yapıt üretmek, bir güzellik ifadesi’ türünden tanımlar geliştirilmiştir. Oysa çağımızda daha açık bir biçimde anlaşıldığı gibi ‘güzellik’ bir zorunluluk değildir. Çağımız sanatçıları yaşadığımız olguları artık genel kabul görmüş estetik kriterlerin dışında da ele alabilip yaşamın gerçekliliğine katabiliyorlar. Bu düşünceler ışığında sanat için “güzelliğin takdimi değil, bir şeyin güzeltakdimidir” de diyebiliriz.
‘Sanat’ etkilere açık, değişken, onu üreten sanatçının evrensel değerlerinden etkilenen özgür bir irade olmalıdır. Sanat sınırsız bir yaratma eyleminin sonucudur ve tamamen bağımsız bir yapısı vardır. Belki de ‘Aşk’ı tanımlamak, ancak sanatı tanımlayan bu sözcükleri kullanmak ile olanaklı, ne dersiniz?
Sanat’ın amacı zevk almak ve sorgulamaktır. Bunun için Moliere’in dediği gibi; en önemli kural onu üretmekten hoşlanmak, gereksinim duymak, paylaşmak ve kısaca yaşam biçimine dönüştürmektir.
Sanatta, insan hayranlık duyarak kendini özünü seyreder, sorgulayarak kendini sorgular, tanıyarak kendini tanır. Cisimleşmemiş olan bu duyarlılık hali kendi üstüne katlanma sanatının ta kendisidir. Bütün sanatlar ayna gibidir, insan orada kendinde bilmediği şeyleri bilir, tanır, özümser ve kendini yeniden yaratır
Tıpkı aşk gibi. Tıpkı yeniden ve bıkmadan yaşamayı arzuladığımız tükendiği anda yenilerinin peşinde koşacağımız ve olanak bulduğumuz her anda denemek isteyeceğimiz yeni bir yaratım süreci değil midir? Aşkın kendi gerçekliğini kendine özgü oluşturduğu bir yanılsama gibi.
Büyük sanatçılar, yalnızlığı evrenselliğe, öznelliği nesnelliğe ve disipline kavuşturanlardır. Ve beklide sanatın onu tekniklerden, bilimden, gerçeklikten ayıran yüzü ve varoluş mucizesi de bundandır.
………..eğer sen yine İstanbul’san / kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan?Sirkeci Garı’nda tren çığlıklarıyla bıçaklanıp / intihar dumanları içindeki Haydarpaşa’dan?Anadolu üstlerine bakıp bakıp ağlayan
……. demek yine ben / limandaki direkler ormanında bütün bandıralar ayaklanıyor / kapı önlerinde boyunlarını bükmüş tek tek kafiyeler / Yahudi sokaklarını aydınlatan Tel-Aviv şarkıları / mavi asfaltlara çökmüş diz bağlıyor / eğer sen yine İstanbul’san,
……..ulan bunu sen de bilirsin İstanbul /kaç kere yazdım kim bilir / kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken / 1949 eylül’ünde birader mirc ve ben / sokaklarında mohikanlar gibi ateş yaktık / sana taptık ulan / unuttun mu / sana taptık….İstanbul..
Bu da Attila İlhan’ İstanbul Aşkı üstüne dizeleri…
Sadece bakmak yeterli olsaydı resim çok kolay olurdu. Ama bu sanat olur muydu? Müzikte, doğmakta olan seslerin kendisi sanatçısının aklında ve ruhundadır. Onların dışa dökümü ressamın paletindeki boyalardan farklı değildir. Şairin dizelerinin satırlara dökülmemiş hali gibi. Sanatçı onları gereksinim duyduğu, yaşamını biçimlemek varlığını sürdürmek için yeniden yaratır. Bundan dolayı da insanın sanata gereksinimi vardır. Olduğu şeyi dışarı vurmak ve bunda da kendi varlığını yeniden üretmek için.
Etkilenmeye ve gerçeğe gereksinimimiz vardır. Ama daha çok onların karşılaşmalarına, yeniden yorumlanıp biçimlendirilmelerine ve yeni olgularla yeni yaşamlar üretmelerine… Yine tıpkı “Aşk” gibi.
Bunun için her zaman sanat a ve sanatçılara gereksinim duyacağız. Sadece gerçekliği güzelleştirmek için değil (bu yapay ve süslü olurdu), gerçeğin özünü de ortaya çıkartmaya. Güzellik her şey değildir, teknik ve bilimde değildir, Bu çaba bizi ondan zevk almaya ve onu yaşantımızda etkin kılmaya yöneltir. Bu da bizi mutlu kılar.
Bach’sız Beethoven’siz ya da Pink Floyd’suz müziği, Kuğu Gölü ya da Giselle’siz baleyi, dansı, Mimar Sinan’sız, Rembrant’sız, Giotto’suz, Michelangelo’suz, Roden’siz ve Picasso’suz plastik sanatları, Shakespeare’siz, Hugo’suz, Virginia Wolf’suz, Boukowski’siz ,Yaşar Kemal’siz ve Nazım’sız edebiyatı, Kurosawa’sız, Bergman’sız, Fellini’siz, Spielberg’siz sinemayı düşünemiyorum…
Ama kim, hepsi evrensel olan, hepsi deha olan, hepsi özgün olan bu eşsiz sanatçılar olmaksızın, insanlığın şu anda olduğu şey olmayacağını görmezden gelebilir. Aksi halde insanlık daha az güzel, daha az kültürlü ve daha az mutlu olacaktı.
Sanat, insan ve insanlık yapısıdır. İnsan ve insanlık ise de bir sanat yapısıdır. Bu arayış ve var oluş arzusu insan var oldukça sürecektir. Tıpkı ‘Aşk’ gibi.