Nuia Mana
Geçen hafta sonu evdeydim. Kütüphanemde bir arkadaşımın bana üç sene evvel hediye ettiği ama henüz okumamış olduğum bir kitabı buldum ve yerimden kalkamadan bir günde bitirdim. Kitabı bana hediye eden arkadaşım George Washington Üniversitesi’nde psikoloji doktorası yapıyor. Onunla aynı üniversitede master yaptığım dönemde tanışmıştım. Bilimsellikle ruhsallığın buluştuğu yerde yaşayan bu arkadaşımın bana hediye ettiği bu kitabın adı ‘Afterlife Experiments’ yani ‘Hayat Sonrası Deneyleri’.
Arizona Üniversitesi’nde araştırma yapan bilim adamlarının deneylerini anlatan bu kitap, öldükten sonra kişinin bilincinin ölmediğini kanıtlıyor. Bizim ‘ruh’ dediğimiz şeye Amerikalı bilim adamları ‘bilinç’ diyor. Bu deneylere göre, bilincimiz ölmediği için duygularımızı ve anılarımızı ‘öbür tarafa’ götürüyoruz. Bu da bilincimizin beynimizdeki nörolojik bağlantılardan daha fazlası olduğu sonucunu doğuruyor. Eğer bedenden çıkıp beynimizi geride bıraktıktan sonra hala anılarımızı hatırlıyorsak, beyinden bağımsız, daha derin bir hafıza mekanizmamız var demektir.
Deneylerin nasıl yapıldığını kısaca anlatayım. Ülkenin dört yanından ölülerle konuştuğunu iddia eden medyumlar toparlanıyor. Bu deneylerde, medyumlar veya bilim adamları deneyleri manipüle edemesinler diye, ‘çift-kor’ denen metot uygulanıp, hem araştırmacı hem de üzerinde araştırma yapılan kişiler belirli bilgilerden mahrum bırakılmış. Bu deneylerde medyuma müşteri olarak gelenleri medyumun görmesi ya da duyması engellenmiş. Birbirlerini hiç tanımadan, başka odalarda, hatta başka şehirlerdeki laboratuarlardan deneylere katılmışlar. Böylece medyum eğer şarlatanın teki ise müşterinin yüz ifadesinden ya da ses tonundan ipuçları alıp hikâyeler uydurması engellenmiş.
Deneyler sırasında, medyumların müşterilerin ailelerinden ‘öbür tarafa’ geçmiş olanlarla o an konuşup, verdiği bilgiler ise olağanüstü. Bir deney seansında medyum müşteriye, “Babanız ona son günlerinde dinlettiğiniz müziği dinlemiş, çok sevinmiş ve size çok minnettar,” diyor. Müşteri ise bilim adamlarının önünde gözyaşlarına boğuluyor. Deney bittikten sonra müşteri anlatıyor: “Babamın son bir kaç ayı bitkisel hayatta geçti. Ona müzik dinlettim. Doktorlar o sizi duymaz, müziği duymaz diye inat ettiler ama ben yine de ona en sevdiği müzikleri dinlettim. Demek duymuş!”
Bu gibi araştırmaların en güzel sonucu ise bilimle dinin, hayatın gerçekliği konusunda sonunda aynı çizgiye geliyor olması. On sekizinci yüzyıldan beri bilim dini küçümsemiş, bilim adamları ‘Allah’ kelimesini ağızlarına almamışlar. Sanki bilimle ilgilenmek dini hiçe saymayı zorunda kılarmış gibi. Bu yüzyılda ise gerek kuantum fiziği, gerekse bu tarz deneyler bilimin yavaş yavaş dinin binlerce yıldır anlattıklarını sonunda kabul edeceğini gösteriyor. Tabii, burada din derken dogma hurafelerden bahsetmiyorum. Dinin ruhani yönünden bahsediyorum. Bizlere okulda fizik derslerinde madde hakkında öğretilenler, biyolojide bedenin gerçekliği hakkında öğretilenler, şimdiden tarih oluyor. Çocukluğumdan beri bilimin yok saydığı ‘garip’ deneyimler yaşayan ben buna çok seviniyorum.
Kuantum fiziğe göre bitkilerinize güzel sözler söylediğinizde onlar enerjinizden etkileniyorlar. Aynı şekilde çocuğunuz sadece yedikleriyle değil, sizin enerjinizin etkisinde büyüyor. Komşunuzun üzüntüsünün enerjisi sizin evi de etkiliyor. Maddeler cansız değil, sadece bilinç seviyeleri düşük. Her şeyin bilinci var, her şey canlı ve her şey sürekli etkileşim içinde. Son olarak da ruh bedenden çıkınca her şey bitmiyor. Bedenden ayrılınca, ne anılarımız bizi terk ediyor, ne de duygusal yaşanmışlıklarımız. Bunları herkes okulda öğrense belki de dünyadan savaşlar silinir.
Sevgide kalalım.