Hürriyet’te alt alta iki kocaman ölüm ilanı. Birini Yönetim Kurulu üyesi olduğu banka vermiş… Öbürünü ailesi… Birinde Refael Taranto diye yazıyor adı. Ötekinde Rıfat Taranto… İlandan anlıyoruz ki Yahudi asıllı bir İzmirli vatandaşımız, Bay Taranto… Ama adı iki ilanda farklı… Niye? Ve de ‘Rıfat’ diye ilan eden, ailesi… Eşi ve çocukları... Bankasına göre Refael…”One minute” deyip geçmeyin… İşte size, yazı dizisi olacak bir konu. Yeni Asır’ın bu işin peşine düşmesi gerek… Hıncal Uluç
Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı, yürüttükleri diplomasinin hedefini böyle açıkladı:
“Kudüs’te namaz kılacağız...”
Ben hiç böyle “namaz yerine göre diplomasi” duymamıştım...
“Beyefendi böyle nereye?..”
“Namaza...”
“Nerede?..”
“Küdüs’te...”
Demek ki Fatih Sultan Mehmed‘in “Ayasofya’da namaz kılma” öyküsünden esinlendi...
Fatih, gemilerini dağdan aşırıp karadan yürütürken... Bunlar bir tek gemiyi denizde dahi yürütmeyi beceremeyip İsrail’e rehin bırakan hallerine dönüp bakmadan...
http://www.haberturk.com.tr/yazarlar/534163-diplomatik-abdest-bozulmasi
Türkiye ve İsrail arasında doğru bir zeminde oluşabilecek ilişkiler bu dönemde 28 Şubat etkisine maruz kaldı. İçeride gerilen ortam, siyasal İslam ve Kürt sorunu üzerinden tırmandırılan iç düşman ve tehdit zinciri, İsrail’i iç politik kaygılarla sığınılacak bir liman olarak ortaya çıkardı. 1990’lı yılların sonuna doğru Türkiye’nin yönü AB’de sabitlendi. Demokratikleşme ve siyasette normalleşme süreçleri yaşandı. İsrail ise bu dönemde 2. İntifada’yı yaşadı. Güvenliğin siyasetin tamamını kuşattığı ve güvenlik paranoyasının daha önce görülmemiş bir şekilde tırmandırılarak seçim ve siyaset malzemesi yapıldığı bir döneme girildi. Nitekim 2002’den günümüze dümeni farklı yönlere kırılan iki ülke sıkça karşı karşıya gelmeye başladı.
Türk-İsrail ilişkileri sadece İsrail ve Türkiye devletleri arasındaki ilişkilere sıkıştırılarak anlaşılamaz. Yüzyıllarca geriye giden, 1492’de İspanya’nın sürdüğü Sefarad Yahudilerin Osmanlı topraklarına kabulü ile sembolize olan iyi ilişkiler vardır. Osmanlı topraklarına göçüp gelen Yahudiler güvenlik ve huzur içinde yaşayarak, ticari ve siyasi beceri ve zenginliklerini Osmanlıların hizmetine sundular. 1950 sonrası ilişkilere bakıldığı zaman Türk-İsrail ilişkilerinin kötüleşmesi ve iyileşmesinin sınırları olduğu gözleniyor. Bu ilişkileri belirleyen faktörler ise kaba hatlarıyla Kudüs sorunu ve Filistinlilerin durumudur. Türkiye’nin Kudüs sorununda izlediği politikalara bakıldığı zaman, Türk dış politikasında toplumsal taleplerin nasıl etkisini artırdığı ve bu politikaların Türk halkının tercihi olduğu görülür.
http://sabah.com.tr/Yazarlar/bulent_aras/2010/07/21/turkisrail_iliskileri_nereye
Özetle, öyle anlaşılıyor ki ‘pasif direnişçi’ olarak değil de ‘karşı koyan aktivist’ olarak Gazze’ye gitmesi, İHH’nın gelecekte işini zorlaştıracak. Sonuçta, ‘pasif bir misyoner’ olmanız başka bir şey, uluslararası politikada yaşanan en çetrefil sorunlardan birinin ortasına bu şekilde atlamanız başka bir şeydir. Maliyeti de kaçınılmazdır.
Öte yandan, yaşanan bu gelişmeler Türkiye’nin ısrarla istediği ancak şu ana kadar sağlayamadığı ‘uluslararası soruşturma’ konusunu da ters tepecek bir silah haline getiriyor. AKP-İHH bağlantısı kurulur ve bu arada İHH ‘terörist örgüt’ listelerine girmeye başlarsa, o zaman o soruşturmanın rengi tümüyle değişecektir.
Burada önemli bir hususu tekrarlamak gerekiyor. Türkiye İsrail’de yapılan soruşturmaların tarafsız olamayacağını söylüyor ki bunda haklı. Ancak olası bir uluslararası soruşturmanın ‘tarafsızlığı’ İHH’nın ve Türkiye’nin ne denli işine gelecek, işte o da tartışmalı hale geliyor.
Zira o soruşturmayı yapacak olan komisyon sadece İsrail tarafına bakmayacak, Türk tarafına da bakacak. Baktığı zaman da, çok büyük olasılıkla, AKP iktidarının hoşuna gitmeyecek şeyleri gördüğünü söyleyecektir. Bunun da not edilmesinde yarar var bizce.
KİM BİLİR BELKİ DAVUTOĞLU’NA DA O ZAMAN DOĞU KUDÜS’TEKİ MESCİDİ AKSA’DA YAVUZ GİBİ NAMAZ KILMAK NASİP OLUR
Türkiye ile Suriye arasındaki bu güçlü işbirliğinin gelecekte de tarih kitaplarında bölge istikrarına büyük katkılar sunan bir gelişme olarak yer alacağı aşikâr. Suriye’nin Batı ile rayına oturmaya başlayan ilişkileri de bunun örneklerinden. Ancak en somut yansımalar şimdilik Irak’ta görüleceğe benziyor. Esad, Türkiye’nin telkinleri doğrultusunda Irak’ta kördüğüme dönüşen hükümet krizini çözmek için tam da Davutoğlu’nun Şam’a gittiği gün düğmeye bastı. Iraklı Şii lider Sadr ve seçimin galibi laik blokun lideri Allavi Şam’a giderek Esad ve Davutoğlu ile görüşmelerde bulundu.
Esad’ın çabalarıyla Sadr, Davutoğlu’nun çabalarıyla da Allavi koalisyon için ikna edilmiş gibi görünüyor.
Türkiye ve Suriye’nin gayretleriyle öyle ya da böyle Irak’ın uçurumun kenarından çekilmesi artık kaçınılmaz. Irak’ı istikrara kavuşturacak bir formülün bulunmasının ardından Şam ve Ankara’nın üzerinde yoğunlaşacakları yeni konu, muhakkak ki, İsrail-Filistin sorunu olacaktır. İki devletli çözüm planının hayata geçirilmesi ve kurulacak Filistin devletinin başkenti olarak da Doğu Kudüs’ün kabul edilmesi böyle bir sürecin sonunda gerçekleşebilir. Ve kim bilir belki Davutoğlu’na da o zaman Doğu Kudüs’teki Mescidi Aksa’da Yavuz gibi namaz kılmak nasip olur.
http://www.haberturk.com/yazarlar/534880-kuduse-giden-yol-samdan-gecer
Hem Türkiye’nin bir başka sorumluluğu daha var. Mesih’in gelmesi için üçüncü tapınağın inşa edilmesi gerekiyor; çünkü Mesih ancak bu tapınak inşa edilirse gelebilecek. Armageddon’un gelişi yakın olduğu için son savaşın olacağına inanılan yerlerden daha şimdiden mezarlar satın alan Evanjelikler, bu tapınağı inşa ettirmek istiyorlar.
Tapınağın yeri Kudüs’te, gökkubbede bulunduğuna inanılan tapınak siluetinin izdüşümünün olduğu yerde. Ama orada şimdi Mescid-i Aksa var. Bunu düşünmek bile dünyaya atom bombası atmak kadar tehlikeli ama inanın bana bunu düşünen çılgınlar ne yazık ki var. Türkiye, son savaşa gideceğine inanılan savaşlara girmeyerek ve Mescid-i Aksa provokasyonunu da engelleyerek (çünkü bunu dünyada bir tek Türkiye başarabilir) insanlığın geleceğini kurtarabilir.
Eğer Dışişleri Bakanı Davutoğlu kısa süre önce, “Yakında Mescid-i Aksa’da hep birlikte namaz kılacağız” diyerek Türkiye’nin konuyla ilgili hassasiyetini herkese göstermek istediyse bunu da desteklemek gerekiyor. Ancak savaşı isteyenlere de yeni fırsatlar vermemek lazım.
Böylesine gizemli düşüncelerle dünyanın yürütülmesinden çok mu hoşlanıyorum, gayet tabii ki hayır; daha seküler kaygılarla yürütülen bir dünya istemez miydim, hiç şüpheniz olmasın isterdim. Ama ben istemiyorum diye olan bitene de gözümü kapayacak ve anlama çabamı bırakacak değilim. AKP bu konulara hazır ve biliyor, CHP de hazırlansa iyi olacak.
http://www.haberturk.com/yazarlar/535982-son-savas-ve-turkiye
Doğrudan görüşmeler, kuşkusuz, barış yönünde olumlu bir adım. Ancak, sürüp gidenlere bakılırsa, boşa, havaya atılmış bir adım gibi görünüyor. Doğrudan görüşmelerde eski Başbakan Ehud Olmert, gayri resmi de olsa, Batı Şeria’nın önemli bir bölümünü Filistinlilere iade etmeyi, bu yönde aynı büyüklükteki toprakların değişimi, Kudüs’ün doğusunun bölüşümü ile görüşmelere başlanmasını kabul etmişti. Oysa Netanyahu, bunlardan hiçbirine yanaşmamakta, işgal altındaki toprakları ilelebet sahiplenmeye çalışmaktadır. İsrail’in bu yaklaşımda ısrarı doğrudan barış görüşmelerinin kaderinin de farklı olmayacağını göstermektedir.
Bu arada salı sabahı, New York Times’da yayımlanan bir araştırma ABD’nin bir Filistin devleti kurulmasıyla ilgili görüşlerinde ne ölçüde samimi olduğunu sorgulamaktadır. Bu şaşırtıcı araştırmaya göre, en az kırk Amerikan siyonist ve evanjelist örgütünün uzun zamandır İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarının kolonizasyonunu desteklemek için topladıkları paraların, vergi dairesince her türlü vergiden muaf tutulduğu ortaya çıkmıştır. New York Times’da yayımlanan araştırma şu ilgi çekici olduğu kadar ibret verici yorumla sona ermektedir: “Amerikan yönetimi onlarca yıldan bu yana Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerine son verilerek bir Filistin devleti kurulması yönünde çaba harcarken, Amerikan vergi dairesi Yahudi yerleşimcilere yapılan yardımlara vergi muafiyeti uygulayarak destek vermektedir.”!!!
Barış görüşmelerinin kaderi kolonizasyonun sürüp sürmemesinde düğümlenmektedir. Bir Filistin devletinin kurulması için çaba gösteren Başkan Obama’nın bu konudaki samimiyetinden kuşku yok. Bir de içerde barışa çelme takanlar olmasa...
Peygamber Karikatürü failinden, Hollandalı ırkçı Wilders’e, 11 Eylül sonrası ABD Müslümanlarının yaşadığı engizisyona, Batı’daki İslomofobi faaliyetlerinin altı kazındığında ekseriyetinin kökeninde Yahudi bağlantılı şahsiyetler, düşünce kuruluşları, siyasetçiler, yayınlar, Hollywood hatta B’nai Brith, Simon Wiesenthal Center gibi ‘insan hakları kuruluşları’ çıkıyor.
Washington merkezli İslamofaşizm yaygaraları (Gaffney, Pipes, Perle, Rubin, Makowsky, WINNEP, Hudson, AIPAC, JINSA, CAMERA, Soner Çağaptay, Zeyno Baran et al. ağzından) “one minute”ten çok eskilere gider. İsrail her zaman Türkiye’de demokrasiye karşı kendisi için müttefik gördüğü askerin destekçisi oldu. 28 Şubat’ın kahramanı, Çevik Bir’e “İsrail-Türkiye ilişkilerini geliştirdiği ve çok hassas bir zamanda kritik adımların öncülüğünü yatığı için” ödül veren Washington’daki Yahudi Milli Güvelik İşleri Enstitüsü olması tesadüf değildi. Davos resti sonrası Hürriyet’te çıkan, Jerusalem Post‘u şahit gösteren bir haber-yorumda İsrail’in kaygıları şöyle özetleniyordu: “İki ülkenin orduları arasında güçlü bağların bulunduğunu belirten gazete ‘Ancak İsrail’de (Türk) askerlerin hükümet içerisinde ve üzerindeki gücü ve etkinliğini kaybetmekte olabileceği yönünde artan bir kaygı var’ diye yazdı.” Hasılı çizgi hep aynı idi ama İsrail’in ve ABD’deki yandaşlarının, Ergenekoncuların yardım taleplerine cevapları şimdiye kadar yetersiz idi. Genelkurmay Başkanı’na “daha fazlasını bekliyorduk paşam” diye sitem edenler, İsrail-ABD Inc.’e de aynı sitemlerde bulunuyorlardı. Davos ile başlayıp Mavi Marmara sonrası dip yapan süreç, daha önce İsrail’e riskli görünen adımları rasyonel kıldı. Medyalarında ‘İsrail fiyat ödetir’ temennisini dillendiren Ergenekoncular için bulunmaz fırsat idi.
http://www.stargazete.com/acikgorus/israil-ak-parti-neoconlar-asker-ve-rodrikler-haber-280689.htm
“Öteki İsrail”, sadece İnsan Haklarını Savunan Hahamlar örgütünden ibaret değil. İsrail’in Filistinlilere karşı muamelesine yönelik en güçlü eleştiri, İsrailli insan hakları örgütlerinden geliyor. İsrail’in kuruluş mitlerine dair en ezber bozan yorumları İsrailli tarihçiler yapıyor. İsrail’in tarihsel iddialarına dair en sert eleştirileri, İsrailli arkeologlar yapıyor. Arkeoloji kurumu Emek Shaveh, ziyaretçilerin daha doğru fikir edinmesi için alternatif tarih turları düzenliyor. İsrail’in korku ve gerilim dönemlerinde bile değerlerinden ödün vermeyen bu asil yüzü, dünyaya örnek oluyor. Ortadoğu’da her cephede en nefret dolu gruplar, en dindar kesimlerden çıkabiliyor. Dini aşırılıkçılıkla savaşan İnsan Haklarını Savunan Hahamlar, hem İsrail’in hem Yahudiliğin değerlerini kurtarıyor.
http://sabah.com.tr/NewYorkTimes/2010/07/19/israilde_iyiler_ve_kotulerin_savasi
Beni en çok hayrete düşüren şeylerden biri iki halkın bu kadar iç içe yaşayıp bu kadar birbirinden bihaber yaşaması olmuştur hep. Ben bir yabancı olarak İsrail topraklarından yarım saatte Gazze ya da Batı Şeria’ya geçebiliyorum ama İsrail kendi vatandaşına izin vermiyordu. Bu birbirinin psikolojisini hiç bilmeme durumunun en çarpıcı örneklerinden biri Hazal’ın ilkokul öğretmeninden gelmişti. Sınıftaki 12 farklı milleten çocuğa şefkat, tolerans gösteren o muhteşem kadının Koruyucu Kalkan Operasyonu sırasında Filistinliler hakkında söylediklerine şok olmuştum, “Filistinliler bile bile çocuklarını öldürtüyor, cesetlerini bile sokaklardan toplamıyor” demişti.
http://www.hurriyet.com.tr/pazar/15403976.asp?mnID=15403976
Hürriyet’te alt alta iki kocaman ölüm ilanı... Birini Yönetim Kurulu üyesi olduğu banka vermiş... Öbürünü ailesi...
Birinde Refael Taranto diye yazıyor adı... Ötekinde Rıfat Taranto...
İlandan anlıyoruz ki Yahudi asıllı bir İzmirli vatandaşımız, Bay Taranto...
Ama adı iki ilanda farklı... Niye?
Ve de “Rıfat” diye ilan eden, ailesi... Eşi ve çocukları... Bankasına göre Refael...
“One minute” deyip geçmeyin...
İşte size, yazı dizisi olacak bir konu... Yeni Asır’ın bu işin peşine düşmesi gerek…
http://sabah.com.tr/Yazarlar/uluc/2010/07/25/iki_ilan
“Hastürk İsrail’de yaşayan Türkler tarafından kurulmuş tamamen gönüllü bir sivil toplum kuruluşudur. Amacımız İsrail ve Türkiye arasındaki ilişkilerin korunması ve geliştirilmesine katkıda bulunmaktır. İlk çalışmamız İsrail ve Yahudiler hakkındaki gerçeklerin Türk kamuoyuna duyurulabilmesini sağlamak, önyargılı, yanlış veya bilgisizliğe dayanarak yapılan suçlama ve karalamalara karşı objektif bir görüş getirmek olacaktır. Hastürk İsrail gerçeklerini Türk halkında duyuracak ve gerektiğinde Türkiye’nin gerçeklerini İsraillilere duyuracaktır. Hoşgörüsüzlüğün, peşin hükümlülüğün ve nefretin en büyük nedeni olan bilgisiziğin düşmanıyız.”
“İşte burada yüreğime bir kaygı doluyor. Süleyman’ın usta ve ölümsüz liriğine alışan İsrailli okur, benim mütevazı şiirimi nasıl değerlendirecektir?
Ancak, kendimi şununla teselli edebilirim: Kitabımla, şiirin en büyük amaçlarından biri olan, ‘halklar arasındaki sevgiyi ekebilmeyi’ ve halkım ile halkınız arasında dostluk ilişkileri kurulmasının mutluluğuna bir nebze yardımcı olmayı umut ederim.
Ülkeniz, Yakın-Doğudaki ülkeler ailesinin genç ve güzel kızıdır. Bu genç ve güzel kız ile çevresindeki halklar arasında gerçek sevgi ve dostluk bağlarına gereksinimi vardır.
Barış umudu olmadan varoluşunu tamamlayamaz.
Umut ederim ki sizler gibi dünyadaki tüm halkların kendi yurtlarında ve çevre komşularıyla barışı amaçlasınlar.
Çünku barış, her halkın vatanında hür ve bağımsız yaşamasının yegâne koşuludur.
Çünku barış adalettir, barış gelişimdir, çünkü barış insanlığın ‘şarkıların şarkısı’dır.
SELAM! Size kiymetli dostlarım, İsraildeki İbrani okurlarım. Nazım Hikmet”