İsrail-Filistin barışı söz konusu olduğunda herkes ağız birliği edercesine tek yolun ‘iki devletli çözüm’ olduğunu söylüyorlar.
Ancak anlaşmalar imzalanmış ve Filistin devleti askerden arındırılmış bir zemin üstüne oturtulmuş olsa bile, Hamas ve İslami Cihad’ın bunu kabul etmeyeceğini, burada olası bir şekilde BM şemsiyesi altında görevlendirilmiş barış gücünün görevini etkin bir şekilde yapamayacağını, İran destekli roket yağmurunun İsrail’i yaşanamaz hale getireceğini göz ardı etmemek gerekir. İsrail, tehlikeli ihtirasların saldırgan bir kuvvetle birleşmesi durumunda nasıl bir tehditle karşılaşabileceğini biliyor.
Askeri gücünü kısıtlayarak sivil kayıpları asgariye indirme kararı alması İsrail’e dünya kamuoyundan alkış getirecek mi? Buna iddiaya girmek kolay değil. O dünya kamuoyu, İsrail yüzlerce intihar saldırısına hedef olurken sessiz kaldı. Aynı şekilde, sınır boyundan geçmek durumunda olanların üzerine ateş açıldığında ve insanlar öldürüldüğünde de kimseden çok tepki gelmedi. Askerleri kaçırılıp pazarlık konusu yapılırken de olanlar normal olmalıydı ki, kamuoyu adeta yaşananları onaylarcasına kayıtsız kalmayı sürdürdü. Kuzeyden Hizbullah’ın güneyden Hamas’ın aylar süren roket saldırıları ise neredeyse dünya kamuoyunu hiç ilgilendirmedi. Kimse çıkıp bir ateşkes için devreye girmedi. Oysa İsrail’in güneyinde yaşayan % 40’lık bir nüfus bu saldırılardan dolayı gecelerini sığınakta geçirmek zorunda kaldı ve bu durum aylarca sürdü. Aksine! Barışsever dünyanın bu duruma ortak cevabı, İsrail’in aldığı önlemleri acımasız şekilde eleştirmek oldu: Sınır boyunca inşa edilen güvenlik şeridi veya kritik bölgelerde oluşturulan kontrol noktaları bu eleştirilerin odağı oldu. Altı yıl boyunca Hamas’ın İsrail’in güneyine gönderdiği binlerce roket es geçildi. Nihayet, İsrail’in Hamas’ı defalarca uyarmasının ardından Gazze’ye başlattığı operasyon yerden yere vuruldu ve bu durum bugün hâlâ devam ediyor. Neticede, İsrail’in meşru müdafaa adına yaptığı her girişim saldırı olarak nitelendirildi… Son yılların haksızlıklarına, basının gerçeği propagandadan ayırma telaşında olmaması da eklendi. Sapla samanın birbirine karışması, Başkan Obama idaresinin hızlandırdığı siyasi bir değişikliği getirdi İsrail’e… İsrailliler, Filistinlilerle barışçıl bir ortamda bir arada yaşama umutlarını, onlara olan güvenlerini yitirdiler. Barış için atılan her adımın karşı taraftan bir saldırılı ile yanıtlandığını gözlemlediler. Anlaşılabilir bir üzüntüyle, saldırganın kontrolünü tamamen yıkmayan savunma amaçlı operasyonların, düşmana gelecek saldırı için koz verdiğinin farkına vardılar. Bu konuda girişimde bulunmak, Hamas’ın idaresi altındaki bölgeye, Tel Aviv’i tehdit edecek kapasitede silahları kaçırmaya devam etmesine tepki koymak, en azından mırıldanma seviyesinde bir protestoda bulunmak, dünyanın gündeminde yok. 60 kilometre menzilli roketleri bir aracın arkasına veya bir evin terasına yerleştirilen mobil bir rampadan fırlatmak bugün artık çok zor değil. İSRAİL NE YAPMALI? Peki, İsrailliler topraklarındaki kontrolü yitirmemek ve Hamas’ın bir Hizbullah’a dönüşmesini engellemek adına ne yapmalılar? İran, aralarında Scud ve M-600 roketlerinin de bulunduğu 40.000 kadar roketi Hizbullah’a ulaştırdı geçmiş senelerde. İsrailliler duvarda asılı tüfeğin er geç kendilerine karşı kullanılacağının farkında. Bu durumda, terörizmden beslenen ve elinde saldırgan silahlı güçler bulunduran oluşumlarla yan yana yaşamak istemiyorlar. İsrail ‘iki devletli çözüm’ adına Batı Şeria’daki askeri gücünü geri çekmekle teröre yeni bir yapılanma üssü vermekten çekiniyor. Eğer ileri tarihlerde Hamas, Batı Şeria’yı Filistin Kurtuluş Örgütü’nden devralırsa, tıpkı Gazze’deki gibi radikal İslamcı grupların Kudüs’ün tepelerine ve Tel Aviv’in sahillerine hâkim olmamaları için hiçbir neden yok. İsrail’in, Başkan Mahmud Abbas’a ait kuvvetlerin hangi şartlarda ve ne şekilde Gazze’den kovulduklarını ve buraları hiç direnmeden Hamas’a nasıl terk ettiklerini unutması mümkün değil. Bugünkü yapısı içinde İsrail, Batı Şeria’da kanunsuz silah depolarına veya imalathanelerine kolayca ulaşabiliyor. Dolayısı ile bölgenin Tel Aviv ya da Kudüs’e karşı yapılacak her tür saldırıya üs teşkil etmesinin önüne geçebiliyor. , İsrail için kâbus Batı Şeria’nın ‘Gazzeleşmesi’… Bu bölge Akdeniz’e sekiz ile on iki mil uzaklıkta. Dolayısı ile buralardan atılacak her roket İsrail’in içlerini ciddi şekilde tehdit edecektir. Bölgenin coğrafi olarak yüksek olması da sıkıntı yaratmakta. Batı Şeria’nın kıyıya yakın tepelerinden çocukların dahi kolayca ateşleyebilecekleri Kassam roketlerinin İsrail’in uluslararası havalimanı dahil birçok hedefi kolayca vurabileceği gerçeği de ortada. Bu durumu Amerikalılara anlatmak çok kolay değil. İşte bu yüzden bölgede girişilecek her tür yapılanma silahtan tamamen arındırılmış bir zeminde yapılmalı ve İsrail’in bu durumu kontrol etmesi için bir metot oluşturulmalı. Bunu uluslararası güçlere terk etmek İsrail için doğru olmaz. Tarih benzer girişimlerin başarısız olduğunu söylüyor: Taraflardan birinin uluslararası sorumluluklarını yerine getirmek istemiyor olması bu başarısızlığın temel nedenlerinden olabilir. Durum, barış gücü kuvvetlerinin saldırılara maruz kaldığı, buna katkı sağlayan devletlerin siyasi şevklerinin bu şekilde çökertilmeye çalışıldığı Ortadoğu’da, özellikle böyle bir görüntü arz ediyor. Bu aşamada İsrail’e birilerinin – ABD’nin – güvence vermesi gerekiyor. Benzer güvenceyi Gazze’yi 2005 yılında tek taraflı olarak boşalttıklarında aldılar. O dönemde Başkan George W. Bush, İsrail’in sınırlarını güvence altına almaya, onları savunmaya hakkı olduğunu teminat altına alan bir bildiri yayınlamıştı. Ancak Obama idaresi Dışişleri Bakanı Clinton’un ağzından, “Bush’un yayınladığı bildirinin Amerikan siyasetine mal edilmemesi gerektiğini” açıkladı. Oysa İsrail Başbakanı Ariel Şaron 2005’te Gazze’den çekilme kararı alırken, Başkan Bush’un ‘1967 sınırlarına dönülmeyeceği’ garantisini de içeren mektubu ile kendini teminat altına almıştı… Bush mektubunda “İsrail’in güvenliğine, garanti altına alınmış sınırlarına tehditler gelmesi durumunda kendisini savunma ve sınırlarını koruma hakkına” destek oluyordu. Dikkat çeken bir nokta, ilgili bildirinin Kongre’nin her iki kanadı tarafından da onaylanmış olması. Bölgedeki senaryo, İran ve radikal İslam’ı da işe katarsak çok daha dramatik bir hal alıyor. İran’ın elinde hem İsrail’i hem de komşusu Arap ülkelerini ciddi şekilde tehdit edecek balistik silahları var. Buna bir de yakında ayaklandıracağı nükleer silahları da eklemek gerek. İran’ın Devrim Muhafızları aracılığı ile bölgedeki radikal gruplara şemsiye olmayı başardığını, Irak’taki Şiilere, Lübnan’daki Hizbullah’a ve Gazze ile Batı Şeria’daki Hamas’a stratejik destek sağladığını görmek gerek. LÜBNAN DERSİ Lübnan’daki İsrail deneyimi ‘tehlike ile ilgili’ bir derstir. 2006 savaşından sonra İsrail’in boşalttığı bölgeye BM’nin 1701 sayılı kararı uyarınca 10.000 kişilik bir BM Barış Gücü konuşlandırıldı. Peki, bunun ne gibi bir etkisi oldu? Lübnan hükümetinin defalarca uyarmasına rağmen, Hizbullah’ın ülkenin güneyini silah deposu yapmasına seyirci kaldı. Son raporlara göre Hizbullah 40.000 roketi İsrail sınırına yakın bölgeye aktardı. Bunu yaparken de tek bir Hizbullahçı bile yakalanmadı. Bağımsız bir Filistin devletinin olası olarak, uluslararası bir gücü gözetmen olarak istememesi kötü... Ancak böylesi bir gücün Hizbullah veya Hamas tarafından etkisiz hale getirilmesi ise korkunç. Avrupalı gözlemcilerin Gazze’deki Refah sınır kapısına yerleştirilmesinde yaşanan tam da buydu. Gözlemciler, 2006’da seçimlerinden hemen sonra El Fetih ile Hamas arasındaki çatışmaların başlaması ile yerlerini terk etmişlerdi. Kaçmayanlar kaçırılmışlardı. Başkan Abbas’ın İsrail güvenlik güçlerini topraklarında istemediğini söylemesi, ancak uluslararası bir kuvvetle ilgili olarak kararsız kalması, mantıklı. Ancak bu durum İngiliz Başbakanı Chamberlain’in savaştan hemen önce Hitler’le görüşmesini çağrıştırıyor. Neticede, eğer İsrail kendisini şu veya bu şekilde koruyacaksa, bunu kendisinin yapması gerekiyor. İsrailliler Gazze okudukları kitabın filmini Batı Şeria’da görmek istemiyorlar. Bu aşamada BM Barış Gücü’nün en ufak varlığı İsrail’in kendi kendini savunması sürecine darbe vurabilir. 1982 Ağustos’unda Lübnan’da olanları hatırlamak gerek. Burada Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar ve Amerikalılar görev yapıyorlardı. Şii militanların Fransız ve Amerikan karargâhlarına yaptıkları ve yüzlerce askerin ölümüne neden olan saldırıları hâlâ hafızalarda olmalı. Neticede bir sene geçmeden barış gücüne destek veren ülkeler çark etmişler ve kuvvetlerini, sahneyi boş bırakarak, geri çekmişlerdi. Bu arada 1995 Oslo mutabakatını da unutmamak gerekir. FKÖ bu anlaşmanın maddelerini yerine getirmeyi başaramadı. Başkan Arafat örgütlere, anlaşma maddelerinin hilafına binlerce silah sağladı. Yine aynı anlaşmanın maddelerine aykırı olarak FKÖ kolluk kuvvetlerine bir ordu havası verdi. Nihayet 2000’de, ikinci intifada ile İsrail ve sivillerine karşı terörist saldırılara başladı. Dolayısı ile anlaşmalar imzalanmış ve Filistin devleti askerden arındırılmış bir zemin üstüne oturtulmuş olsa bile, Hamas ve İslami Cihad’ın bunu kabul etmeyeceğini, burada olası bir şekilde BM şemsiyesi altında görevlendirilmiş barış gücünün görevini etkin bir şekilde yapamayacağını, İran destekli roket yağmurunun İsrail’i yaşanamaz hale getireceğini göz ardı etmemek gerekir. İsrail, tehlikeli ihtirasların saldırgan bir kuvvetle birleşmesi durumunda nasıl bir tehditle karşılaşabileceğini biliyor. Filistin siyasi mekanizmasının bugünkü yapısı ile durum içinden daha da çıkılmaz bir hale geliyor: Ortada, terörist grupları kontrol edecek, kanundışı yapılanmaların üstüne gidip bunları durduracak irade yok. Dolayısı ile, Filistin tarafındaki bu kaos iki devletli çözümü romantik bir marjinalliğe itiyor, ne yazık ki. Güvenliğin tam olarak İsrail tarafından sağlanamayacağı bir ortamda bunun için yola çıkmak riski dramatik şekilde arttıracaktır.