Ortadoğu denince akla 19. yüzyılın başlarından bu yana siyasi anlamda bir türlü dengesini bulamamış bir coğrafya geliyor. Kimi tarihçilerin Yakın Doğu olarak da adlandırdığı bölge günümüzde hâlâ ‘Büyük Oyunun’ sahnelendiği bir zemin. Oyunun esası, nüfuz çatışması hâlâ ortada: İlk çıktığı zamanki gibi diri, hatta daha bile acımasız…
Nükleer silahların yayılmasını önlemeyi amaç edinen uluslararası çabalar özellikle Kuzey Kore ile İran’ın bu konudaki ihtiraslarını çevrelemeye yönelik gibi duruyor. Ancak, edinilen tecrübeler bunun kazanılacağı belli olmayan bir oyun olduğu yönünde. Kuzey Kore nükleer silah üretti ve hatta test etti… İran’ın programı ise hızlı şekilde devam ediyor. Her iki ülkenin liderleri de uluslararası baskıya boyun eğmiyorlar. Onlar için, nükleer silahlanmanın ülkelerine ve kendilerine getireceği prestij, diplomasinin kısıtlarından ya da caydırıcı olmaktan uzak cezalarından çok daha cazip. Karşılıklı görüşmeler ya da konması düşünülen ambargolar hesabı değiştireceğe benzemiyor.
Hal böyleyken, hızını almış ve nükleer kulübe girmeye bir arpa boyu yol kalmış ülkeleri bu kararlarından vazgeçirmektense, yenilerinin bu yönde girişimde bulunmalarını önlemek, sanki daha olası ve gerçekçi gibi duruyor. Konu özellikle Ortadoğu’da hassas dengeler üzerine oturuyor.
Ortadoğu denince akla 19. yüzyılın başlarından bu yana siyasi anlamda bir türlü dengesini bulamamış bir coğrafya geliyor. Anadolu’nun batısından İndus Nehri’ne dek uzanan ve Türkiye ile başlayıp Pakistan / Afganistan ile son bulan geniş bölgeyi içine alan – kimi tarihçilerin Yakın Doğu olarak da adlandırdığı bölge – günümüzde hâlâ ‘Büyük Oyunun’ sahnelendiği bir zemin. Gerçi ağırlık merkezi Afganistan – Pakistan – Hindistan ekseninden bir zamanların Verimli Hilali’ne kaymış durumda… Ama oyunun esası, nüfuz çatışması hâlâ ortada: İlk çıktığı zamanki gibi diri, hatta daha bile acımasız…
Kimler bu oyuna dahil olmadı ki: Çarlık Rusya’sı, Majesteleri’nin İmparatorluğu, Almanya, derken Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyet Rusya… Elbette, bu sayılanların hiçbirinin bölge ülkesi olmaması, bölge ülkesi olanların ise oyuna katılmak bir yana, uzak izleyici konumunda tutulmaları ilginç.
OYUNUN BUGÜNKÜ UNSURLARI
Günümüzde durum yavaş yavaş değişmeye mi başlıyor? İsrail’in bağımsız bir Yahudi Devleti kimliği ile sahneye çıkması ile koşut Arap ülkelerinin etkilerini arttırmaya başlaması, başta bir toprak ve göçmen sorunu olarak gelişen Filistin sorununun gitgide içinden çıkılmaz bir hale gelmesi, çözümün sol içerikli Arap milliyetçiliğinde bulunamaması, radikal İslam’ın duruma el atması ile başlayan gergin süreç. Bütün bunlar, Büyük Oyuna bugün anlam veren unsurlar.
Esasında, derine inilecek olursa, sorunların anası konumundaki Filistin probleminin oyunu canlı tutmak, seyircinin ilgisini daim kılma gibi bir misyonu var. Bundan çıkar sağlayan batılı veya doğulu güçlerin Filistinli Arapları düşünmeleri gibi bir durumları yok…
Örneğin İran… 1979’daki İslam devriminden 30 sene sonra, İran İslam Cumhuriyeti güncel oyunun en büyük ve başarılı aktörlerinden. Bir yanda yukarıda ifade bulan nükleer programı, öte yanda Ortadoğu sokaklarına aktardığı heyecan… İran – Irak – Suriye – Lübnan ekseninde oluşturulan Şii zincirine bir de, Sunni olmakla beraber, İslami söylemi hayat görüşü olarak benimseyen Hamas’ı ekledi. Bütün bunları kucaklayarak, hem maddi hem de ideolojik anlamda besleyerek bölgedeki rakiplerine fark attı…
Bölgedeki rakipleri, feodal düzen üstüne oturmuş Arap şeyhlikleri. Yaşantısı için Amerikan gücüne gerek duyduğu her halinden belli, örneğin Körfez ülkeleri’nin İran’ın sokaktaki karizmasına ulaşabilmesi mümkün değil.
Türkiye bu anlamda İran’a alternatif olabilecekken, İsrail – Filistin ya da İsrail – Arap çözümsüzlüğünde denklemin anahtarı durumuna gelebilecekken, bu konumunu zora soktu, bitirdi.
İsrail’den koptu, yabancılaştı. Hamas’ı destekleyerek, bu örgütün bölgede yarattığı dengesizlikten sıkıntı duyan Arap başkentleri ile de arasını bozdu. Vitrindeki muhabbet, kuliste yerini sessiz bir soğukluğa bıraktı. Başta Mısır, hiçbir Arap ülkesi, Arap milliyetçiliğinin varoluş nedeni olan Filistin sorununa – bölgesel olsalar dahi – yabancı bir gücün müdahil olmasını istemez. Bu hemen hemen tüm Arap başkentleri tarafından tekrarlanan bir gerçektir.
BÖLGENİN ARAP OLMAYAN GÜÇLERİ
İran, Arap olmayan bölgesel bir güçtür. Bu kimliği ile ve batıdan kopuk siyaseti ile zaten kaybedecek bir şeyi olmayan mazlum kişiliği oynamaktadır. Nükleer inadını ulusal gururu haline getirmiştir. İslam devrimini yaymak adına zaten Arap başkentleri ile takık durumdadır. Onları Amerikan emperyalizminin köleleri olarak görmekte, popülist siyaseti ile de halkın gönlünü almaya çalışmaktadır.
Türkiye’nin Davos’taki ‘One Minute’ krizinden sonra benzer bir role soyunması ne kadar gerçekçidir? Bunu yaparken İran’a rakip olacaksa, barışın tesisi için çaba sarf edecekse, sorun yok. Ancak, Ankara’nın son aylardaki retoriği kendisini, hem Ortadoğu ülkeleri hem de batı nezdinde, İran ile paralel bir çizgiye koyuyor. Gazze’nin sokaklarında Türkiye’nin adı kurtarıcı olarak haykırılırken, İran’ın buradaki gücü de gitgide artıyor. Geçtiğimiz günlerde Hamas’ın Gazze’deki kadınların kılık kıyafetini düzenleyici yeni kurallar koyması bunun kanıtı değil midir?
Türkiye, nükleer programının barışçıl yollarla kontrol altına alınması için kendisine BM Güvenlik Konseyi nezdinde destek verirken, İran’ın bölgede NATO’ya karşı bir ittifak kurma önerisi ise tam bir bomba niteliğinde. Teklifi dile getirirken Tahran, acaba Ankara’yı zor duruma soktuğunun farkında mı? Bu durum, temelde, Ankara’ya karşı İran başkentinde beslenen duyguların niteliği hakkında fikir veriyor. Cumhurbaşkanı Ahmedinecad açılımını gerçi İran – Afganistan – Tacikistan ekseninde yaptı. (Haaretz / 05.08.2010). Afganistan’da konuşlanan NATO birlikleri içindeki ‘muharip görevi olmayan Türk askeri’ acaba bu söylemin ne kadar muhatabı olacaktır? Öte yandan, Tahran’daki siyasiler bir şark kurnazlığı ile İran destekçisi görünümlü bir Nato ülkesi olan Türkiye’yi çok daha zor duruma sokabilirler. Ankara’daki Dışişleri Bakanlığı istediği kadar, Türkiye’nin İran’ı desteklemediğini, yaklaşımlarının, Tahran’ın batı ile olan sorunlarının – ve bu arada nükleer probleminin - müzakereler yolu ile çözümlenmesi çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini söyleyedursun, Avrupa ve ABD basınını takip edenler, buradaki kamuoyunun Ankara’ya şüphe dolu gözlerle baktığını yazar, çizer... İlişkilerde sizin ne yapmak istediğinizden çok, yapmak istediklerinizin nasıl algılandığı önemlidir. Artık, Batı Türkiye’yi giderek artan bir toz bulutu içinde değerlendiriyor, ne yazık ki.
Bu arada, Türk – İsrail ilişkilerinin olabilecek en kötü seviyesine indirgendiğini de not etmek gerek. Bunun nedenleri ve nasılları bu yazının konusu değil. Ancak, son tahlilde, Ankara’nın batıdan uzaklaşması veya belki de daha doğru bir tabir ile doğuya yakınlaşması süreci içinde, durumun değişik bir şekilde gelişmesi olası değildi. Ankara’daki yetkililer doğuya yakınlaşmanın batıdan uzaklaşmak olmadığını iddia ediyorlar, ancak iç dinamiklerle zenginleşen olaylar, bunu pek doğrulamıyor. Türkiye’de batı düşmanlığı bazı çevreler tarafından, belli belirsiz körükleniyor. Ve nihayetinde, Mavi Marmara olayının gösterdiği gibi, İsrail düşmanlığı camdan bir duvar misali tüm çarpıcılığı ile ortada. Gazze olaylarından bu yana gelişen her olumsuzlukta İsrail Konsolosluğu önüne birikenlerin veya mitinglerde meydanlara çıkan insan kitlelerinin peşinden gittikleri söylem ise, yine ne yazık ki, Tahran’ın İsrail’e bakışından çok değişik değil.
Tahran ve onun bölgedeki uzantıları uzun zamandır İsrail’in meşruiyetini sorguluyor. 1979’daki devrimin sonra İran yönetimi İsrail’in varlığını ret etmiş ve bu ülkeden söz ederken, ‘Yahudi Devleti’ veya ‘Siyonist rejim’ gibi göndermelerde bulunmayı tercih etmiştir.
Bu anlamda, gelinen noktada, İsrail’in varlığını tartışmaya açma, bunu ‘uydurma bir soykırım söylentisinin’ sonucu olarak lanse etme girişimleri, İsrail düşmanlığının ve nihayetinde, bunun üzerinden Yahudi düşmanlığının etkin girişimlerinden oluyor. İran’da geçtiğimiz hafta içinde yayına sokulan Holokost ile ilgili bir internet sitesi, karikatür desteği ile Yahudi soykırımını ucuzlatmanın yollarını arıyor. (Haaretz / 05.08.2010) Bir sivil toplum kuruluşu tarafından finanse edilen bu site, 2008 yılında yayınlanan bir çizgi romandan hareketle, ‘II. Dünya Savaşı’nda 6 milyon Yahudi’nin öldürülmesi kocaman bir yalan’ noktasına geliyor. Sitenin, Holokost nedeni ile ölen binlerce kişinin anısına ithaf edilmesi ise, değişik bir durum. Burada, ‘binlerce insan’ ile Tahran’ın savına göre, Holokost yalanı ileri sürülerek öldürülmüş Filistinlilere atıfta bulunuyor.
Oysa İsrail, BM Genel Kurulu’nun Taksim Planı uyarınca, dünya devletlerinin çoğunluğunun onayı ile kurulmuş, hukuki yapısı uluslararası toplum tarafından tanınan bir ülke. Kurulduğu 1948 Mayıs’ından bu yana birçok kez Arap ülkeleri ile savaşa tutuşmuş, terörist saldırılara, İntifadalara maruz kalmış, güvenlik sorununu en kılcalında hisseden bir ülke. Bu kuşatılmışlık duygusuna rağmen, sosyal, bilimsel, teknolojik, ekonomik, kültürel anlamda, kendi coğrafyasında bir vaha…
İşte tam da bu dönemlerde çark yeniden dönmeye başlıyor. Gazete sütunlarına giren bazı haberler ister istemez yürekleri hoplatıyor.
Örneğin Suriye’deki Hamas liderleri, Batı Şeria’daki Filistinlilere çağrıda bulunarak İsrailli yerleşimcilerin kaçırılması talebini dillendiriyor (Haaretz / 06.08.2010 ). Hemen aynı sıralarda, İsrail’in güneyi yeniden Gazze’den fırlatılan roketlerin hedefi oluyor, Kızıldeniz’e açılan liman kenti Eilat ilk kez saldırılarla tanışıyor. Zevksiz olaylar bununla kalmıyor; kuzeyde yaşanan münferit bir çatışma İsrail – Lübnan ordularını karşı karşıya getiriyor. İsrailli bir askerin hayatını kaybettiği olay, Haaretz gazetesinin yorumuna göre bölgede 2006 yılından bu yana yaşananların en önemlisi… Hizbullah militanlarının şu veya bu şekilde konunun içinde olmamaları muhtemel gerginliğin artmasını önlüyor. Yine de Hizbullah, Lübnan ile İsrail arasında çatışmaların başlaması durumunda Lübnan ordusunu desteklemeye hazır olduğunu duyuruyor. Akıllar karışıyor!
ABBAS MI, HAMAS MI?
Öte yandan, Filistin Özerk Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas, gelişen olayların dışında kalmak istemezcesine, İsrail’le doğrudan görüşmelere hazır olduklarını, ancak bunun bazı şartlara bağlı olduğunu, bir Filistin devletinin 1967 öncesi sınırlarda kurulmasının kabulü halinde buna sıcak bakabileceğini beyan ediyor. (Haaretz / 05.08.2010) Bu Hamas’ı bağlayıcı bir öneri mi? Son sene içinde Gazze’nin kontrolünü elinde bulunduran İslami görüşlü Hamas ile Batı Şeria’daki El-Fetih arasında, bölgelerin tek elden yönetilmesi konusunda hiçbir somut adımın atılamamış olması, soruya cevap niteliğinde. Gerçekten de, Suudi Arabistan tarafından yumuşatılmaya çalışılan taraflar arası kriz, 2007 yılında Mekke’de başlatılan görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra, bugün olabileceğinin en kötü seviyesinde. Abbas’ın görüşü ise, İsrail ile varılacak bir anlaşma sonrası konuyu referanduma götürüp doğrudan halktan onay almak.
Büyük Oyuna dönecek olursak, fazla yoruma gerek olmadığını söylemek abartılı olmasa gerek. Amerika’nın Irak’taki askeri varlığını sonlandırması ve ilgisini Afganistan’a yoğunlaştırması ile birlikte nelerin değişeceğini, oyuna dahil olmaya başlayan İran’ın ve bu arada Türkiye’nin nasıl tavır alacaklarını kestirmek kolay değil. Bu denli kaygan, çıkarların bu denli prematüre olduğu bir coğrafyada, her şeyin beklenmesi gerektiğini tarih yazmış zaten.