23Mart 1931 tarihinde İstanbul’da doğdum. Bu yıl, Büyükada’daki sekseninci yaz mevsimim. Ada’nın hafızamdan silinmeyen anıları o kadar çok ki, saymakla bitmez.
Örneğin, Balkan oyunları adına meydanlarda oynanan, Atatürk’ün de şeref verdiği folklorik dansları seyretmek, Hristos tepesinde laterna dinlemek, Glosa’da (Dil Burnu) çamların altında günü geçirmek, Platano’daki (ÇınarMeydanı) Rifat Telgezer Cambazhanesine gitmek, Lunapark’ta eşek sırtında tur atmak anılarımdan sadece birkaçı…
BÜYÜKADA’DA GÜNLÜK YAŞANTIMIZ
Sabahları horoz sesi ile uyanır, günlük işlerimizi ise seyyar satıcı seslerine göre ayarlardık. Saat 9 da, katır sırtında küfelerde satılan “Taze enginaaar”, 10 da “Kesmece karpuuuz”, 11’de seyyar manifaturacı Nisim efendinin “Mak’raciiiii”, 12’de eskici Kiryo Haralambos’un “Paliyaruhaçiiiii”, “Muuuuuslukçu”, ardından “Halis Bulgar Kömürüüüüü”, saat 13 te “Kalaylaçiiiii”, 16 da, Avramaçi’nin “Boreka kaymaaaak”, 18’de Hacı Baba’nın “Akşam yoğurduuuuu” sesleri günlük hayatımızı zamanlamamız için birer rehberdi.
Çocuklu aileler için, akşamüstleri, şehirden gelecek babaları, ada iskelesinde karşılamak, kutsal bir vazife, ciddi bir “resmi geçit” töreni idi. O devirde anneler işe gitmezdi. Siestadan sonra, çocukları ile birlikte cici giysilerini giyerek, ellerinde birer çiçekle iskeleye inerlerdi. Polis abilerimiz, vapur çıkışından saat kulesine kadar olan yolda toplanan bu kalabalığı, bir tören kıtası gibi, sağlı sollu hizaya sokar, ortada açılan geniş şeritte ise muzaffer gladyatör endamı ile yürüyen erkekler, birer kahraman gibi, çiçek ve öpücüklerle karşılanırdı.
Çocukluğumda Büyükada’da, her binanın içinde, bir tek mişpaha (aynı aileden insanlar) yaşardı. Binalar genelde münferit, etrafı bahçeli, büyük odalı yüksek tavanlı, ahşap panjurlu ve ferah pencereli yapılardı. Giriş katında kocaman bir mutfak bulunurdu. Sayfiyeye gidemeyen akraba ve arkadaşları, misafir odalarına davet etmek usuldendi. Bu davetler, genç kuzenler arasında, aile kavramını güçlendirir, aile ilişkilerini pekiştirirdi.
On altı yaşında iken, adada yaptığım bir metre boyundaki gemi maketi ile önemli yarışmalara katıldım. 17 yaşında iken ise, üç metre boyunda ve 120 santim enindeki bir sandalı, ada evimizin arka bahçesinde inşa ettim. Bu sandalı, Yörükali’ye bir yük arabası ile götürüp, orada törenle denize indirttim ve tam 18 yıl, kürek, yelken ve sonraları arkasına taktığım küçük bir benzin motoru ile Marmara Denizi’nin adaları, Fenerbahçe ve Pavli adası üçgeninde, büyük bir keyifle kullandım.
GENÇLERİN YAŞANTISI
Ergenlik çağımda, Bay Mıgırdıç’ın Florida bahçesinde Latin müziği eşliğinde dans etmek, Mehtap sinemasında Amerikan filmleri seyretmek, Lunapark veya Palyo-ambelo’da (Viranbağ) şarap partileri ve Plaj Oteli sahnesindeki gösterilere gitmek revaçtaydı. Olgun gençler, Yekta Gece Kulübü’nün müdavimi idiler. Bay Yekta Isıtan ve sanatkâr eşi, bu yaştakilere hitap eden çok güzel eğlenceler düzenlediklerinden, diğer adaların gençleri de Yekta’ya dans etmeye gelirlerdi.
Adadaki genç kızların çoğu, rahibe okullarında terbiye görmüş, hislerini açıklamaktan utanan cici kızlardı. Genç bir erkeğin, bir kızla uzun bir müddet görüştükten sonra bile, Yekta’da ‘cheek to cheek’ dans etmesi ayıplanırdı.
Kızlı, erkekli kalabalık gruplar halinde sokakta gezinirken, genellikle yüksek sesle tartışırdık. Geceleri, açık pencere ile uyumakta olan ada sakinleri ise, bundan rahatsız olur, bizi ikaz ederlerdi. Öfkelerini ana lisanları ile dile getirdiklerinden, pencereden savurdukları argo kelimeler sayesinde bilgimiz artıyor, yeni bir lisan öğrenme arzumuz kabarıyordu. Bu sayede birçok yabancı lisan öğrenmiş, poligot olmuştuk.
BÜYÜKLERİMİZİN EĞLENCE ŞEKLİ
Orta yaşlılar, Otel Kalipso veya Otel Splendid’in teraslarında oturup, sosyetik beş çayına rağbet ederlerdi. Akşam ziyafetleri ise Selekt veya Façyo lokantalarında tertiplenirdi. Haftasonu, öğleden sonraları, herkes şık giyinip sokağa çıkardı. Tanışmayanlar dahi gülümseyerek selamlaşırlardı. Giysilerde hakim renkler, beyaz, krem ve pembe idi. Üstlerinde bembeyaz, yeni ütülenmiş kostümleriyle, başlarında hasır Panama şapkası, ayaklarında iki renkli iskarpin giyen şık beyefendilerle, beyaz dantel eldivenlerle, ellerinde tuttukları saçaklı güneş şemsiyelerini, pastel renk kloş - flotan entarilerini, yelpaze ve mücevherlerini sergileyen ada sosyetesinin havalı hanımları, iskelede boy gösterirlerdi.
Büyüklerimiz, akşamları Anadolu Kulübü’ne giderlerdi. Hanımlar suare elbisesiz, beyler ise ceketsiz kulübe giremezlerdi. Gençler ve çocuklar ise akşamları kulübün demir kapısından içeri alınmazdı. Kulüp yönetimi, her yaz mevsimi, dış ülkelerden dünyaca meşhur orkestralar getirtirdi. Anadolu Kulübü’nün tertiplediği, Venedik Festivali’ni andıran kıyafet baloları, büyük bir şenlikti. Tasarımlar, hazırlıklar, aksesuar temini, süslenme, yarışma heyecanı ve dedikodusu, eğlence bittikten sonra dahi, uzun müddet konuşulur, çoğu kez, ertesi baloya kadar tartışılırdı.
DİNİ VECİBELER
Yahudiler için, yaz mevsimi, bazı yıllar Mayıs ayının ortasında başlayan Şavuot (Hasat) bayramından evvel açılır ve bazı yıllar da Ekim ortasında biten Sukot (Çardaklar) bayramından sonra kapanırdı. Bahçelerde, şehir evlerinde olmayan sukalar (çardak)’ vardı. Sukası olan dindarlar, sukası olmayan dindaşları, bahçelerine yemeğe davet etmekle sevap işlediklerine inandıklarından, bayram bitmeden önce, İstanbul’daki evlerine dönmek için göç dahi hazırlanmazdı. Açık havada kurulan, biskoçoların ve çeşitli meyvelerin asılı olduğu çardaklarda, dua edip neşe içinde yemek yiyen Yahudilerin, koro halinde okudukları ilahi sesleri, ve böreklerin kokusu, sokaklara kadar taşardı. Sonbahar yağmurları başlasa bile, bayrama ara verilmezdi.
Böyle zamanlarda, mevsim icabı günler kısaldığından, sabah erkenden okula giderken ve akşam dönerken, derslerimizi, yandan çarklı vapurun, kömür dumanı kokan, nemli, loş ışıklı bodrum kamarasında tamamlardık. Çok yavaş ilerleyen Halep, Basra, Neveser adındaki bu dilenci (Kadıköy ve tüm adalara uğrayan) vapurları, çoğu kez, hava karardığında Büyükada’ya varırlardı.
Cuma akşamları, Büyükada’daki Hesed Le Avraam Sinagogunda, Hazan Elia Eskenazi’nin bize öğrettiği ilahileri, çocuk korosunda seslendirirdik. Böyle bir akşam, dua bitiminde, üç dört arkadaş, ertesi sabah Yörükali’ye bisikletle gitmek için anlaşmıştık. Koro arkadaşlarımızdan Viktor Benbasat’ın tutucu babası, cumartesi günü oğluna bisiklete binmeyi men etti. Ricalarımız sonuç vermeyince, hakem olarak, saygıdeğer amcam Salamon Bahar’a danışma kararı aldık.
Amcam, önce uzun uzun düşündü, sonra kararını açıkladı: “Eğer bisikleti siz götürecekseniz olmaz, Şabat çalışılmaz, günah işlemiş olursunuz, fakat bisiklet sizi götürecekse olur, dinlenmiş olursunuz, mubahtır!” Bu yorum, küçük kafamda derin bir iz bırakmıştı.
KIRSAL YAŞAM ÖZLEMİ
Çanakkale’nin, Edirne’nin veya Bursa’nın kırsal yörelerinde büyüyüyen dedelerimiz, tıpkı Büyükada’mızda olduğu gibi, susuz, gazsız, telefonsuz, radyosuz geçen, ailece kalabalık yaşam şeklini sevdiler, benimsediler, o devri huzurlu yaşadılar ve bize de yaşattılar. Horoz ötüşünün sesi, merkep - katır kokusu, onlara çocuk yaşta oldukları günlerin, mesuliyetsiz, dertsiz, mutlu devrini hatırlatıyordu.
Büyükada’nın eski köy hayatını, ben de çocukluğumda bir nebze tattığım için kendimi şanslı addediyorum. Ne yazık ki, kentlerde doğan yeni nesil insanı, gönüllerimizde saklı kalan, nineler dedeler ile tek bir çatı altında büyümenin ve doğa ile iç içe yaşamanın tadını hiçbir zaman bilemeyecek artık.