Erdoğan Mitrani, bu haftadan itibaren tiyatro ve opera izlenimlerini, eleştirilerini ve anılarını, Şalom okurları ile paylaşıyor…
İlginç bir rastlantıdır, bundan on yıl kadar önce Megamovie dergisinde ‘Başlarken’ diye bir yazı yazmış, yazıma da şöyle başlamıştım: Kırkından sonra azanı teneşir paklarmış. Ya altmışından sonra sinema yazılarına başlayanı! Altmış yıllık ömrümün en az elli beş yılı tutkulu bir sinema seyircisi olarak geçti. Artık bu tutkuyu benim gibi sinema hastalarıyla paylaşmak istiyorum. Acemilikten gelen kusurlarıma hoşgörülü olmanız dileğiyle...
Pekii… Yetmişine merdiven dayamışken tiyatro yazıları yazmaya başlayana ne d
Film Okuma gurubumdan Sibel, “Şalom’da yazmayı düşünür müsün?”dediğinde önce yüreğim ağzıma geldi, acaba sevgili Viktor Abimize bir şey mi oldu diye! Öyle ya sinema yazarı diye adımız çıkmış bir kere… Neyse, Allah uzun ömür versin, Viktor Abi’nin sinema yazılarını inşallah daha yıllarca yazmaya niyetli olduğunu, tiyatro opera vs. gösteri sanatları hakkında yazacak birini aradıklarını öğrendim.
Sinema altmış beş yıllık bir sevgili ise, tiyatro da en azından altmış yıllık aşkım sayılır benim. Önceleri babamın götürdüğü Muammer Karaca Tiyatrosu ile başlayan ve özellikle lise yıllarımda, Saint Michel’deki edebiyat hocamız Haydar Ediskun’un teşvikiyle gelişen, neredeyse benim yaşım kadar eski bir tutku.
Kulakları çınlasın, sevgili dostum Metin Serezli kırk yıl önce “Sen ayaklı tiyatro tarihimizsin” diye takılırdı bana. O zamanlar garip gelirdi ama şimdi düşünüyorum da gerçekten bu gözler neler neler görmüş:
En başta Cahide tabii ki! Hakkında kitaplar yazılmış olan, tiyatroda gerek yükseliş, gerek duraklama ve de gerekse çöküş yıllarında izleme şansına eriştiğim bu efsane oyuncuyu ilk kez Jean Anouilh’un ‘L’Aiglon / Yavru Kartal’ oyununda, Napolyon’un oğlu olarak erkek rolünde seyretmiştim. Hem de döner sahnesi pek çok küçük opera binasını çatlatacak kadar iyi, salonu ise gerçek bir mücevher kutusu olan, hain eller tarafından kundaklandıktan sonra yerine şu anda TRT’nin kimseye vermemekte direndiği, İstanbul’un en çirkin binalarından birinin yapılmış olduğu Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nda!
Gerçekten de olağan üstü bir sahnesi vardı o binanın… Edmond Rostand’ın Cyrano de Bergerac’ının ilk perdesi için balkonlu parterli ve sahneli bir tiyatro dekorunu bile almıştı içine. O prodüksiyon da başka bir efsane idi. Hüseyin Kemal’in Cyrano’suna yakışıklı bir Süavi Tedü’nün Christian’ı eşlik ediyor, ikisinin de aşkından yanıp tutuştuğu Roxane’ı ise gencecik, taptaze bir Nedret Güvenç oynuyordu.
Akıllardan çıkmayan HAMLET
Altmışlı yılların başında, Muhsin Ertuğrul Ankara’dan İstanbul’a göç ettiğinde yanında başkentte yeni yeni filizlenmeye başlayan modern tiyatro akımının çok yetenekli iki genç kardeş oyuncusunu, Yıldız ve Müşfik Kenter’i de getirmişti. Onlarla Karaca Tiyatro’da ‘Salıncakta İki Kişi’, ‘Öfke’, ‘Rashomon’ gibi güncel oyunları sergilerken, Muhsin Hoca Şehir Tiyatroları’nın başına geçmiş, neredeyse ölümüne kadar sürdüreceği ‘1 Ekim’de Shakespeare ile başlamak’ geleneğinin ilk ürünü olarak 1959’da ‘Hamlet’i sahnelemişti.
Hamlet ama ne Hamlet! Sözünü ettiğim döner sahnenin tamamı seyircinin görüşüne açılarak devasa bir Elsinore şatosuna dönüştürülüş, dekorun her 15-20 derecelik açılarla dönüşünde her bölüm için ayrı ayrı mekânlar ortaya çıkarmıştı. Kral ve kraliçeyi sırasıyla Kemal Ergüvenç ile Gülistan Güzey, Ophelia’yı Layla Altın, Polonius ile mezarcıyı benzersiz bir Ulvi Uraz ve de Hamlet’i bu rol için saçlarını sarıya boyatan, Türkçeyi Amerikan aksanı ile konuşan, Yale School of Art ve Actor’s Studio mezunu 24 yaşında bir genç, Engin Cezzar oynuyordu. Laurence Olivier’nin bildik, Oidipus kompleksi içinde çırpınan, neredeyse latent-eşcinsel Hamlet’ine karşın, hırçın, gerçeği sorgulayan, hüküm vermeden önce emin olmak için çabalayan kanlı canlı bir Hamlet vardı karşımızda!
İstanbul seyircisi bu Hamlet’i bağrına basıverdi. Bir izleyen bir daha, bir daha izledi! Engin Cezzar yalnız bu rolü yorumlayan en genç oyuncu olmakla kalmadı, oyun peş peşe 180 temsille tüm zamanların en çok oynanan ikinci Hamlet’i oldu.
Yine Hamlet, yine Şehir Tiyatroları’yla ilgili bir not daha: 1962 ve 1963 yıllarında Hamlet Rumeli Hisarı’nın ıhlamur kokulu büyülü açık hava tiyatrosunu mesken tuttu ve bir başka sevgili dostum, hocaların hocası Ayla Algan, tiyatro tarihimize hem 1962’de Hamlet’i, hem de 1963’de Ophelia’yı yorumlayan tek oyuncu olarak geçti. (Ayla’nın bir de Brecht’in ‘Sezuan’ın İyi İnsanı’nı oynarken sahnenin aşırı dinciler tarafından basılmasıyla daha önce başka bir boyutta tarihe geçmiş olduğunu da unutmayalım.)
Ayla’nın bir Hamlet macerası daha var:1964’de Rus Yönetmen Grigori Kozintsev, sinema tarihinin en iyi Shakespeare uyarlamalarından biri olarak kabul edilen Hamlet’ini çevirdiğinde, bu atak ve sorgulayıcı Hamlet, biraz da tiyatrolardaki beğeninin etkisiyle sıcağı sıcağına sinemalarımıza geldi. Film her yerde Türkçe dublajlı oynadı ve dublajında aralarında Ophelia’yı yorumlayan Ayla Algan’ın da olduğu önde gelen tiyatrocular konuştu.
‘LA GENCER’
Yine Ankara’dan gelen bir başka ünlü isim, geçenlerde yitirdiğimiz Aydın Gün, yine Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nda, yine 1959/ 1960’da İstanbul Operası’nı kurdu.
İstanbul Operası’nın yaklaşık yarım yüzyıl önce, 19 Mart 1960 tarihindeki ilk temsili, Puccini’nin ‘La Tosca’sıydı. Floria Tosca’yı Leyla Gencer, Scarpia’yı Orhan Günek, Cavaradossi’yi yanılmıyorsam Amedeo Zambon ve Angelotti’yi Atilla Manizade yorumluyordu. Bu tarihi temsil, tabii ki bizim gibi seyirciler için değil, üst düzey protokol içindi ama İstanbul Radyosu tamamını naklen veriyordu. Ancak benim şu an anımsarken bile inanmakta zorluk çektiğim bir ayrıcalığım vardı: Yeni kurulan operanın gerçi kadrolu bir korosu henüz yoktu ama İstanbul Belediyesi’nin Muhittin Sadak yönetiminde deneyimli bir şehir korosu vardı ve bu koro operaya da hizmet veriyordu. (Zamanla operanın kadrolu korusu oldu zaten.) İşte bu koronun, alto sesli bir elemanı da benim yengemdi. Ben insan sesinin en güzel müzik aleti olduğunu çocukluğumdan beri, amcamın evinde yengemi piyanosunun başında dinlerken öğrenmiştim.19 değil ama ya 17 ya 18 Mart günü işte bu yengem beni tiyatronun balkonuna gizlice soktu ve ben, Tosca’nın kostümlü provasını oradan izleme ayrıcalığını yaşadım. Kostümlü dedim ama ‘La Gencer’ gündelik kıyafetiyle gelmişti. “Aydın, fazla yorulmayalım, perde aralarında dekor değişimi kadar kısacık aralar verip bitirelim” dedi. O dekorlarda, herkes o görkemli kostümleri giymişken, o küçücük kadın biraz gülünç de durmuyor değildi. Henüz yirmi yaşında bile değildim ben, kendi kendime “Bu muymuş La Diva Turca” dediğimi bile anımsıyorum. Neyse opera başladı, Cavaradossi ünlü aryası ‘Recondita Armonia’yı söyledi ve birden bir hışımla sahneye giriverdi Fiora Tosca. O zaman anladım niye ona ‘La Regina’ dediklerini! Sahneye etek bluzuyla gelen Leyla Gencer değildi. Fettan, kıskançlıktan çıldırmış bir başka ‘prima donna’ydı gelen. Billur gibi sesi Cavaradossi ile barışma düetlerinde rahatlıkla en tizlerde dolaşıyor, aynı zamanda olağanüstü bir tiyatro oyunculuğu sergiliyordu. İkinci perdenin ünlü aryası ‘Vissi d’arte’yi hiç yorulmadan, neredeyse sotto voce söyledi. (Zaten Leyla’nın hiçbir zaman çok güçlü ve yüksek volümlü bir sesi olmamıştır. Ama o inanılmaz güzellikteki tınısı, bütün nüansları tek tek veren o benzersiz tekniği idi onu kuşağının diğer divalarından ayıran.) Arya bittiğinde Aydın Gün alçak sesle “Brava Leyla” dedi sadece.
O ilk geceden sonra benim Leyla Gencer aşkım hep devam etti. Ankara Devlet Operası’na dargındı biraz. O zamanlar yurt dışındaki tek ünlü sanat elçimizdi Leyla Gencer. Ve yurt dışında çok fazla temsil verdiği için Ankara Devlet Operası tarafından işine son verilmişti! (Pavarotti’yi kovan zihniyet demeyin. Pavarotti opera söylediğinde inanılmaz derecede yeteneksiz ve sevimsiz bir oyunculuk sergilediğinden bizimkileri çok haksız bulmadım o konuda) Her neyse… Ama İstanbul’u çok severdi Leyla. Arada bir Aydın Gün’e telefon edip “Ne oynuyorsunuz?” derdi. “Madama Butterfly” demişti Aydın Gün, bir keresinde. “Tamam, Cumartesi geliyorum” (Kusursuz İtalyancasına ve yıllarca yurt dışında yaşamasına karşın hiç bozulmamıştı o güzelim İstanbul Türkçesi). Doldurur iki valize kostümlerini ve şansından habersiz seyircinin karşısına çıkıverirdi Cio-Cio San olarak. (Nedense o yıllarda oyunun solistleri önceden hiç ilan edilmezdi ). Tabii ki o sahnede, ben de ikinci balkonda!
İkinci perde bitmiş, gece Madam Butterfly uzaklardan gelen koro eşliğinde seyircilere arkasını dönerek fondaki pencerenin önüne oturmuş, Pinkerton’u beklemeye başlamıştır. Bilindiği gibi yarım saatlik bir aradan sonra opera ertesi sabah kaldığı yerden, Madam Butterfly kocasını beklerken devam edecektir. O gece elimdeki programı imzalatmak istedim ona… Sahne arkasına gittim. Sahne amiri artık tanıyordu beni. “İmzalatamazsın onu” dedi. İbrahim Bey (Eşi İbrahim Gencer) hastaymış Leyla hanım ertesi güne kalamıyormuş, oyun biter bitmez zar zor selâma çıkıp uçağa yetişecekmiş.
“İyi ama perde arası yarım saat, şimdi soyunma odasına almaz mı? Nasılsa kostümünü bile değişmiyor.” “Leyla Hanım arada odasına gitmez,” dedi sahne amiri. O şimdi Leyla Gencer değil, Madam Butterfly! Pencerenin karanlığına bakıp bekler sevgilisini…
Tüm meslek hayatımda, tasarımcılık olsun, sinema yazarlığı olsun, eğitmenlik olsun, yaptığım her işe gerçekten saygı duydum ben. Ve bu saygıyı, bu mesleki ciddiyeti hep o gece sahnede Pinkerton’unu bekleyen Cio-Cio San’dan öğrendim…
Aman aman bu ne hız! Şimdi fren yapma zamanı! Bir başladım mı, işte böyle bırakıveriyorum kendimi. Tutmazlarsa bu gazetenin bir iki sayısını dolduruveririm alimallah!
İsterseniz bu günlük bu kadar diyelim. Tiyatro mevsiminde olsun, opera mevsiminde olsun bütün izlediklerimi paylaşacağım sizlerle. İsterseniz arada bir bugünkü gibi eskilere de döneriz. Nasılsa bende anlatacak öykü çook. Hepinize sevgiler ve iyi seyirler.