Başlangıcından bu yana kadınların müziğin gelişiminin dışında kaldıkları ya da toplumsal düzenin ve egemen güçlerin tercihleri doğrultusunda bu sanat dalında yetinmek zorunda kaldıklarını görürüz
Klasik Batı Müziği’nin geçmişinden günümüze izlediği serüvene bakacak olursak ‘kadın’ın bu sanat dalında hep eksik veya yetersiz kaldığı hatta yok sayıldığı garip bir şekilde dikkatimizi çeker.
Başlangıcından bu yana kadınların müziğin gelişiminin dışında kaldıkları ya da toplumsal düzenin ve egemen güçlerin tercihleri doğrultusunda bu sanat dalında yetinmek zorunda kaldıklarını görürüz.
Barok öncesi dönemde insan sesi müziğin doğal anlatım diliydi. İnsanoğlu erkek ya da kadın fark etmez sevincini, mutluluğunu neşeli ezgilerle ifade ederken, hüznünü, kederini ağıtlarla, bebeğine söylediği ninnilerle de sevgisini ifade ederdi.
Fakat bir dönem sonra müzik sadece kilisenin ve dinin egemen otoritesine girecek, besteciler eserlerini yalnız Tanrı’ya ve İncil’in ilahilerine atfedeceklerdi. Yeni Ahid’in sureleri bestecilerin ilham kaynakları olmuş, Tanrı’ya yakarışlarını ve övgülerini hep onun sözcüklerini kullanarak yansıtmışlardı.
Bu dönem Monteverdi, Bach, Frescobaldi gibi birçok besteci, uzun yıllar bu geleneğin halkalarını kıramadan eser vermeye devam ettiler. Doğal olarak kilise bestecileri erkektiler ve eserlerinde de sadece erkek seslerini kullanıyorlardı.
Fakat müzik bu sesin her rengine ihtiyaç duymaktaydı. Besteci, kadın seslerini de kullanmak yakarışlarındaki derinliği soprano, alto, kontralto seslere de katmak istiyordu. Nitekim o dönem bunu kiliselerde rahip olmak için yetiştirilen ve sesleri güzel olan erkek çocukların ayrılıp kastre edilmeleriyle sağlamaktaydılar. Barok dönem bu geleneği ve tuhaf yöntemi oldukça benimsemiş ve bestecilere bu anlamda geniş olanaklar sunmuştur. Operalarda kadın rolleri kastre edilmiş erkekler tarafından canlandırılarak bestecilerin yapıtlarını geliştirmelerine olanak sağlamıştır.
Aydınlanma çağı ile gelişen ve birlikte değişim gösteren müzik artık kilise egemenliğinden ayrılmaya başlamış, orkestralar oluşmuş, operalarda kadın rolleri yine sahnelenemese de, o dönemin popüler bestecilerinden olan Mozart, Haydın, Vivaldi, kadınlara erkek rollerinde erkek kostümleriyle yer vererek bu yönde eserler bestelemişlerdi. Böylelikle kadınlar klasik müziğin dünyasında yavaş yavaş yer almaya çalışmışlar günün popüler bestecilerinin eserlerinde yer almışlardı. Buna rağmen ve hayrettir özellikle bestecilik alanlarında erkek egemenliği belki de günümüze kadar kırılamamıştır. Garip değil mi?
Kadınlar 17. yüzyılın başından beri yakın dönemlere kadar, toplumsal konumları itibarıyla kimlik kazanamamışlar, toplumun ataerkil yapısından da etkilenerek kişilik vasıflarını ortaya dökememişlerdir.
Oysa sanat, oluşumuyla tüm insanlığa açık evrensel bir anlatım dilidir.
Kadının bu alanlarda neden söz sahibi olamadıkları sosyologların ve toplumbilimcilerin derinlemesine yorumlarına ihtiyaç göstermeli.
Onlar, her dönem ve sanatın her değişim sürecinde niye sadece izleyici kalmışlardı. Az da olsa istisnalar var tabii.
Klasik müziğin yanı sıra birtakım sanat dallarında da kadın sanatçıların yapıtları fazla bilinip dikkati çekmese de yinede boy göstermiştir; bu sanatçıları elbette yok sayamayız.
Bestecilikte ve icrada Robert Schumann’ın gölgesinde bile kalsa Clara Schumann; heykelde Rodin döneminde onunla bire bir çatışacak kadar kendini kanıtlamaya çalışan Camile Clodelle; resim sanatında döneminin aykırı ressamı Frida Kahlo; edebiyatta Virginia Voolf gibi... Onlarda her sanatçı gibi varlıklarını ortaya koyabilmeleri için yaşamlarını feda etmeyi göze alabilmiş sayılı yetenektiler. Onların sanatlarını ortaya çıkartmaları sadece doğal yetenekleriyle değil aynı zamanda toplumsal ve kabul görmüş genel kurallar çerçevesinde kadın imajına da karşı çıkabilmeleriyle olanak bulmuştur.
Klasik müzik alanında, Clara Schumann, bilinen tek örnek olarak kalmıştır zihinlerde nedense.
Erkek egemenliğinde bir sanat yarışı olmasından mıdır, yoksa gerçekten toplumlar yaşadıkları dönemde kadınların bestecilik yönlerini görmezden mi gelmekten yanaydılar bilinmez. Oysa bestecilik sezgisi ve yeteneği salt erkeklerin duyarlılığında olmamalıdır. Tanrı bu kadar doğurgan ve sezgileri güçlü bir varlığı sanat yeteneğinden yoksun bırakacak kadar adaletsiz olamazdı.
Bir ay kadar önceydi sanırım. Amsterdam’da Portekiz Sinagogu’ndaydım. Sinagogun yıllardır restorasyonu süren halini merak ediyordum. Bu 19. yüzyılda da belki de kıta Avrupa’sının en büyük Yahudi cemaatini toplayan sinagogunu görmeden edemezdim. Büyük bir hayranlıkla gezdim. Dört ana kolon etrafında taşıtılan yapı, tavanlarından sarkan orijinal avizelerin yüzlerce mumla aydınlattığı mekânı daha da görkemli halde gösteriyordu. Döneminin en özgün ahşap işçiliğiyle yapılmış Ehal’i, Teva’sı, lambri kaplamaları ve oturma sıralarıyla adeta içinde yakarışlarıyla seslerini Tanrı’ya duyurmaya çalışan topluluğa halen o günkü coşkusuyla ev sahipliği yapıyor gibiydi… Görkemiyse cemaatinin zenginliğini, niteliksel ve niceliksel büyüklüğünü anlatacak kadar olağanüstüydü.
Sinagogu gezerken gözüme ilişen bir ilanda aynı gece yapılacak bir konser haberi vardı. Büyük bir heyecanla akşam yeniden ve içi tamamen dinleyicilerle dolu sinagoga döndüm. Kimi kipalı, kimi kipasız kadınlı erkekli birlikte oturuyorlardı. İçlerinde beklide çokları benim gibi turistti. Aynı heyecan ve bekleyişle o dev sinagogun kubbesinden sarkan binlerce mum ışığının titreşen ışıklarının gölgesinde müziğin evrensel yolculuğuna çıkacaktık.
Konser programı oldukça ilginçti; bu satırları bana yazdıracak ve üstünde düşündürecek kadar ilginç.
Program 18. yüzyıl ile 20. yüzyıl arasında yaşayan ve sadece kadın olan Yahudi bestecilerin eserlerinin seslendirileceği bir programdı.
Konser Miriam’s Song adını taşıyordu.
Bestecileri Helene Liebmann, Fanny Hensel, Minna Keal, Sarah Feigin, Lena Stein-Schneider olan ve yaşadıkları dönemde öne çıkmayan bu kadınlar araya giren belki iki yüz yıla rağmen, seslerini günümüze belki de geleceğe taşıyorlardı. Bestecilerin hiç birini, eserlerin biri hariç diğerlerini tanımıyordum. Oldukça şaşırmıştım.
Bu olağan üstü konserin sarhoşu olarak yağmurlu Amsterdam sokaklarına döndüğümde, zamanın ve yaratı gücünün sonsuzluğunu insanın cinsiyetinde olmayıp, aklında ruhunda bilincinde doğduğunu hissetmiştim. Sokaklar ve şehir artık bana daha yakın, daha bildik ve daha aydınlıktı.
Konser sonrası araştırmalarımda Sarah Feigin’in hem bestecilik yönünün oldukça bilindiği hem de yaşadığı dönemin en iyi icracılarından biri olduğunu öğrendim. 1928 yılında bestelediği “Reflection on a Niggun” birçok kez yorumlanmış sonradan çeşitli kayıtları da yapılmış bir eser.1805 doğumlu Fanny Hensel’in birçok bestesi olduğu, özellikle Yahudi mistisizminden ve Hasidik temalardan esinlendiği nice besteleri olduğu, çok kez icra edildiğini bilmek şaşırtıcıydı benim için. Diğer Yahudi kadın bestecilerin de eserlerinin o günlerin klasik müzik dünyasında yeri olduğu beni şaşırtmış ve ön yargılarımı kırmıştı.
Anlaşılan müzik sonsuz, müzik evrensel, dil, din, ırk, hatta cinsiyet ne olursa olsun asla susturulamamış.