Yaz aylarında ‘Çok kültürlülüğe demokratik vatandaşlık ve hürriyet ahlakı açılarından bir bakış’ başlıklı yazısına yer verdiğimiz Dr. Jose Çiprut ile uzun yıllardır uzak kaldığı İstanbul’a gerçekleştirdiği ziyareti sırasında bir araya gelme fırsatını bulduk
Öncelikle kendinizi tanıtabilir misiniz?
1935 doğumluyum. Gayrimüslimlere ödeyemeyecekleri oranda Varlık Vergisi tatbik edilmesi nedeniyle, Taksim’deki Aydın Okulu’ndan alınıp Musevi Lisesi’nde ilkokulu bitirmeye mecbur bırakıldım. Orada hayatımın bugüne kadar en mutlu ve en güzel üç yılını yaşadım; devlete minnettarım. St. Michel Lisesi giriş sınavlarını başarı ile geçmeme rağmen, rahmetli, çok sevgili, babam Vitali H. Çiprut ile annem Suzan Naon, geleceğin Türkçeye ek olarak, ailemizde on yıllarca konuşulagelmiş dillerden olan Fransızca, İspanyolca, Almanca, İngilizce, İbranice, İtalyanca ve Rumca dillerinde değil de Amerikan dili ve düşüncesine bağımlı olacağına hükmederek, ve onayımla, beni yatılı olarak Amerikan Erkek Koleji’ne verdiler. Buradan 1954 yılında felsefe, psikoloji, karşılaştırmalı dünya edebiyatı konularından mezun oldum. Oxford’un Christ Church Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler’den mezun olup Türkiye’de devlet hizmetine girmek isterdim. Ancak ülkemde ne milletvekilliğine ne de bir büyükelçiliğe varmamın mümkün olamayacağını idrak edince kendimi sanayi kimyasına yönelttim. İngiltere ve Almanya’da bu konuda tahsil gorerek Avrupa’nın değişik ülkelerinde staj yaptım. Askerlik görevimi Ankara, Kayseri ve Diyarbakır’da gerçekleştirdim. Bunu takiben, İstanbul’da Mensucat Sanat Enstitüsü’nde sınaî kimya öğretmeni ve laboratuar şefi olarak vazife gördüm, bir Alman firmasında yeni maddeler için Türkiye’de pazarlar açıp geliştirdim, ve bir Türk firmasında da üretim mühendisliği ve teknik müdürlük yaptım.
1964’ten 1982 Temmuzuna dek Avrupa’da gerek uluslararası Amerikan şirketleri hesabına gerekse de kendi hesabıma yeni sınaî ürünlere yepyeni uygulama alanları ve açılmamış pazarlar bulup geliştirdim. Daha sonraki yıllarda Pennsylvania'daki Wharton School’da ve Pennsylvania Üniversitesi’nde akademik hayatıma devam ettim ve stratejik planlama, siyasal iktisat, uluslararası ilişkiler, savaş-barış ekonomisi konularında ihtisasımı gerçekleştirip doktoramı aldım. Akabinde, vaktimin ancak küçük bir kısmını öğretime ayırıp uluslararası saha araştırmalarımın neticelerini yayınladım.
1999 ile 2006 arasında ise yalnız öğretim üyeleri için, önce üniversite içi, çeşitli disiplinler arası seminerler düzenledim. Bunların başarısından sonra da üniversiteler ve kıtalar arası benzer çalışmalarda bulunup her birinin içeriğini birer kitap olarak yayınladım. 2006 yılında, çok kıymetli 45 yıllık eşimin hastalığı nedeniyle Avrupa’ya döndüm.
Şu anda Belçika Kraliyet Fen, Sanat ve Tıp Akademisi’nin daveti üzerine, 2011 akademik yılı için altı disiplinli ufak bir tasarım düşünmekteyim. Belki onu da becerebiliriz, kim bilir? Yaş 75’e varınca ilaveten yaşadığımız her gün kıymetli bir hediye gibi oluyor çünkü.
Yaptığınız çalışmalar, ilgilendiğiniz konular, kaleme aldığınız kitaplar… Bu konuları birleştiren, onlara devamlılık sağlayan ölçütler var mıdır? Bir başlangıç noktanız veya varmak istediğiniz bir hedef varsa, nedir?
İnsanların, kendileri için olsun, şahsi dost ve düşmanları, hatta toplumları ve ulusları için olsun, iç dünyalarını ve yaşam anlamlarını nerede, ne zaman, ne sebeplerle, ne şekil ve öncüllerle, ne amaçlarla hayal, ifade, tertip ve ifa ettikleri beni en ufak yaşlarımdan beri ilgilendirmiştir. Belki de çok genç yaştan itibaren çok dile ve çok kültüre açık bir ortamda yetiştirilmek; genel olarak insanoğluna ve özellikle muhtaç bir yabancıya, ilk andan, önyargısız bir sevgi ve içten bir ilgi göstermeyi öğrenmek; zamanla çok doğal bir şekilde ve pek kolayca hakkedebileceği sevgi ve saygıyı komşusundan evvelden esirgememek; fani olduğunu her an hatırlayabilmek; kendi yaşantısına olsun, ‘öteki’nin haklarına olsun gereken saygıyı ve önemi göstermeyi önemli bir görev kabul etmek, bu türlü gerçek ve samimi bir ilgi sahibi olmama yardımcı olmuştur. İşçi olarak, işveren olarak ve bilhassa sosyal araştırmacı kimliğimle, bu değerler bana hayatta gereken alçakgönüllülüğü sağlamış ve ruhi dengemi sağlamama çok yardımcı olmuştur. Sorumlu bir kişi olarak olgunlaşmamın bir ‘başlangıç noktası’ varsa, bu özellikle çok genç yaşta bu görüşe erişebilmiş olmamın mucizesinde aranmalıdır, sanırım.
Yazılarımda ve yayınlarımda öncelikle dikkat ettiğim nokta ele aldığım konuya (inandıklarıma ters düşmesi pahasına) çok değişik açılardan bakmaktan asla çekinmemektir. Şöyle ki, Asya ve Yakın Doğu güvenlik konularıyla ilgili ekonometrik çalışmalara giriştiğimde, araştırdığım ulusların tarih ve kültürlerini ihmal etmemeye çalışmışımdır. Öğretim üyeleri için düzenlediğim çok disiplinli seminerlerimin ürünü olan kitaplarım arasında ilk bakışta göze çarpmayabilen bir ilişki ve mantıksal bir devamlılık arayıp bulmak kolay olmalıdır. Örneğin, ‘Kavga’nın Sanatı – The Art of the Feud (Praeger, 2000)’ adlı ilk kitabım küreselleşmeye devam etmekte olan uluslararası siyasal, iktisadi ve toplumsal ilişkilerin sil baştan, yepyeni kuramlar gerektirip gerektirmeyeceği meselesine odaklanmaktadır.
‘Korkulardan ve Düşmanlardan – Of Fears and Foes (Praeger, 2001)’ bahseden ikinci ürünüm ise uluslararası güvenlik konularının, savaş ve barış sorunundan da öte, gayri-askeri, iç ve dış siyaset açılarından irdelenmelerinin gerekliliğini milliyetçi yönlerden ve uluslararası ilişkiler açısındanörnekler vererek ortaya koymaktadır.
Üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı seminer ürünlerim de birbirlerine yakın bir şekilde bağdaşıktırlar ve sadece günümüze uygun, hassas soruları yanıtlamaktan ziyade, bu konularda ciddî düşünce davet etmeğe çaba gösterirler: ‘Demokratikleşmeler – Democratizations (The MIT Press)’ günümüzde yekpare bir kavram gibiymiş gibi tanıtılan demokrasi ideolojisinin, tarihi ve çağdaş gelişimini, uygulama şekil ve ifadelerini, karşılaştırmalı teferruatla inceleyip bu deneyimlerden ders alınabilse ne tür fark ve farklılıkların hangi nedenlerle önemli sayılabileceği konusuna dikkat çekmektedir.
Peki, bunu anladık da, vatandaşlık kavramı olmayan yerde demokrasi kök salabilir mi, sorusuna ne cevap verilebilir ki? Bu soruyu, ‘Vatandaşlığın Geleceği – The Future of Citizenship (The MIT Press)’ adlı eserimde, çok disiplinli açılardan ve çok büyük bir dikkatle inceliyorum. Hadi o meseleyi de anladık diyelim… Peki, ‘demokratik vatandaşlık’ sıfatına meşru şekilde hak kazanabilecek, felsefi – hukuki yönlerden elle tutulur bir aidiyetlik emaresi gösterebilecek bir tebaalık durumu, güvenilir bir hürriyet kavramı şöyle dursun, en basit hürriyet ahlâkından bile yoksun yerlerde doğabilir ve devlet eliyle doğurtulsa bile, halkın samimi isteğiyle kendi kendine, doğalca gelişebilir mi? İşte ‘Hürriyet – Freedom (The MIT Press)’ ve ardından ‘Ahlak, Siyaset ve Demokrasi – Ethics, Politics and Democracy (The MIT Press)’ adıyla yayınladığım öğretim üyeleri arası seminer ürünlerimin bilimler-arası bağdaşık konuları…
Buna ek olarak, hem endüstri mühendislik mesleğimi hem de bilimsel – felsefi yönlerimi bağdaştıran, düşünsel ve sözel bir çalışma şekline soktuğum ve yönetilmesi epey zor olduğu için de bana daha da keyif veren bir seminer ürünüm var: ‘Indeterminacy (MIT Press)”. Türkçe adını bulmak hiç kolay değil, hatta belki de olanaksız. Yine de ‘Belirtilmezlik’ olarak önermek isterim bunu. Birçok bilim kolunda, istesek de kaçınsak da - sanatkâr, bilim adamı veya işsiz güçsüz olarak bile – gün be gün karşılaşmaya mecbur kaldığımız bilinmezler, belirsizlikler, kesin olmayan ve değişken bilinmeyenler ve ebediyen bilinemeyecekler vardır. Onları gözden geçiriyorum bu eserde; ilgi uyandıracak, nisbeten kolayca okunup anlaşılır, hatta biraz da nükteli bir şekilde... Asgari bir eğitim seviyesine ilaveten, aydın görüşlü fakat olağanın ötesinde bir zekaya sahip olmasına gereksinimi olmayacak bir okuyucu tarafından, zorluksuz anlaşılabilir bir eserdir. Şu an bu konuyu daha da ileri götürecek bir eser hazırlamaktayım ama şimdilik bundan söz etmek doğru olmaz kanısındayım. Bugüne dek yayınlanmış yedi eserimin son beşinin tüm tercüme hakları bana aittir, sekizincisinin de olacağı gibi…
Geçtiğimiz aylarda gazetemizde yayınlanan yazınızda Türkiye için hassas sayılabilecek bir konuya değindiniz Neden bu konu? Neden şimdi? İçeriğindeki mesaj nedir?
2010 yılı boyunca, Türkiye’nin en ünlü kenti, doğum yerim, İstanbul’un Avrupa’nın bir kültür başkenti ilân edilmesine çok sevindim. Böyle bir onurun piyangodan bedavaca kazanılan bir hediye olmadığına, bu türden bir ayrıcalığın içi boş ‘siyasi’ bir iltifat değil de, asalet ve adalet dolu bir görüşün samimi bir onaylaması olarak görülmesi gerektiğini inananlardanım. Nedir ki, 47 yıldır memleketten uzak kalmış olmama rağmen kendimi vefalı bir Türk vatandaşı saydığımdan, arada sırada gözüme çarpan, kulağıma gelen ve zihnimde takılı kalan – bazen hiç inanmak istemediğim – nahoş raporlar, iyi olmayan haberler beni adeta rahatsız ediyor. Alâkası olmayan meşguliyetlerimden vakit çalıp, internetten, şuradan, buradan Türkiye’deki çok kültürlülük konusunda eskimiş bilgimi güncellemek istedim aniden. Ve sizin yayınlamayı arzu ettiğiniz yazıyı özellikle ve öncelikle kendim için yazdım. Elime geçen belgeler bana – belki de bu konuda yarı cahil yarı masum olduğum için – çok olmasa da bir nebze endişe vermeye başladı. Benim zamanımda 900.000 kişiyi barındıran şehir, bugün neredeyse yirmi katlık bir nüfusa ulaşmış durumda. Geç fakat çok hızlı bir şekilde gelişmekte olan memleketlerde görüldüğü üzere, bir memleketin nüfusunun aşırı bir yüzdesini barındıran kentlerin problemleri çoktur: Evsizlik, yalnızlık, işsizlik, orantısız fakirlik ve aşırı zenginlik, sosyal vurdumduymazlık ve devlete ait ve / veya dinsel kaynaklardan türlü neden ve yöntemlerle damla damla akan yardımlara rağmen, her nedense düzensiz bir şekilde büyümeye devam eden şehir nüfusunun ne isteklerine ne de acil gereksinimlerine layıkıyla hitap edemeyen ve, kuşkusuz, en iyi niyetlerle alınan ailevi eğitim, dağıtım, sağlık ve alt yapı tedbirleri… Bu çeşit ortamlarda, pek doğaldır ki, çok kültürlülüğün geleneksek anlamı yepyeni bir çehre kazanır, çünkü eski azınlıkların kimlik ve içeriği değişmiştir. On yıllardır gönüllü olarak Müslümanlaşmış Türk vatandaşlarının isimleri internette hâlâ ‘dönme’ olarak listelenir, ancak zorla Müslümanlaştırılmış gayrimüslimlerden hiç söz edilmez. Türkiye’yi asırlardır benimsemiş azınlıklardan, olsa olsa 95.000 Ermeni, 19.000 Yahudi, 3 – 4.000 Rum kalmışmış. Bu arada kentsel – kırsal farklılıklar şehirleşme nedeni ile azalmış gibi görünüyorsa da, en büyük şehirler ‘kent köylüleri’ ile taşmakta. Bu tür gelişmeler hem zengin – fakir, hem de dünyevi – dinsel görüş ayrılıklarını daha da çok derin ve karışık kılar; anlaşmazlıklara, rahatsızlıklara, gareze, hatta olur olmaz intikama yol açabilirler. Neticesi nihayet belli olan anayasa referandumu Müslüman Türk halkının % 98’den fazlasını teşkil ettiği millet nüfusuna yeni ufuklar açabilecektir, buna hiç şüphem yok. Nedir ki, demokrasinin en önemli rolü, her bir dil, din ve sair azınlığın, hiçbir şart altında, hiçbir yönden, hiçbir şekilde kendini yabancı hissetmeyeceği bir sosyal ortam yaratmaktır. İnşallah onu da beceririz zamanla. Dünyada hemen hemen her halk, eninde sonunda, müstahak olduğu devlete sahip çıkar: her vatandaşın özgürce oyunu verebildiği ‘çağdaş’ yapılı memleketlerde de, hala 19. yüzyılda yaşamakta ısrar eden ve geleneksel yöntemlerle yönetilmeği tercih eden memleketlerde de bu doğal bir vakıadır.
Türkiye’den uzun zaman uzak kaldınız. Türkiye bu zaman zarfında size nasıl göründü? Buradaki Yahudi yaşantısı nasıl görünüyor? Uzaktan yapılan yorumlar belki daha acımasızdır, ancak daha doğru olabiliyor.
Bu kadar yıllık gurbetten sonra, varır varmaz, derhal yargıda bulunmak ancak cahil, acemi veya kendini çok beğenmişlerin yapacağı bir şeydir. Dolayısı ile bu sorunuzu yakın bir gelecekte cevaplamam daha doğru olur. Böylece çok daha adil bir tahlil arzedebilirim.
Önümüzdeki dönemlerde yapmayı düşündüğünüz çalışmalar, kitaplar, yeni araştırma konularınız var mı?
İnsan yaşlandıkça, geri kalan ömrünü bir bilgisayar başında kendi başına geçirmek istemiyor. Dünyayı zaman zaman epey gezip görmüş olduğum için de bir seyahat zorunluluğum yok. Keyif bulduğumda, bir iki yakın arkadaşla, bambaşka bir zihniyet ve yepyeni bir üslupla kaleme alınacak bir yemek kitabı ile bugüne kadar zor anlarımda kendime sükûnet kazandırmak için bir dilden başka bir dile tercüme etmekten haz duyduğum bir sürü şiire gerekli özeni gösterebilecek vakit ve sabrı bulabilirsem, ufak bir şiir kitabı yayınlamak isterim doğrusu, iki pingpong maçı arasında.
Bize ayırdığınız zaman için teşekkür ederiz. Sizi burada ağırlamak çok keyifliydi. Yakın bir gelecekte yazılarınızla, görüş ve düşüncelerinizle bizlere katkıda bulunmanız sayfalarımızı zenginleştirecektir.