Medya ve akademi dünyasında sürekli olarak ‘özel bir ilişkiye sahip iki ülke’ olarak değerlendirilen İsrail ve ABD’nin ilişkilerinde iniş ve çıkışların olduğu akılda tutulmalıdır... İki ülke ilişkileri kayıtsız şartsız bir bağlılık değil, çıkarlarının farkında olan iki ülkenin oluşturduğu bir birlikteliktir
Yaklaşık 90 milyon insanın savaşlarda öldüğü XX. yüzyılın paradoksal olarak, en zeki ve en yeteneklilerimizin yön verdiği bir asır olduğundan hiç şüphem yok. Bu yüzyıl boyunca meydana gelen savaşları incelemek için diplomatik tarihin tozlu sayfalarını karıştırdığınızda, bu savaşlara katılmak durumunda kalan ülkelerin liderlerinin, kendi dönemlerindeki uluslararası konjonktürü ve küresel siyaseti ne kadar derin analiz ettikleri ve ne kadar iyi anladıklarını görünce, XX. yüzyılın nasıl olup da tarihteki en kanlı asır olduğu sorusu, kişide daha da derin bir şaşkınlık hissi yaratıyor.
Zekâları ve yetkinlikleri tartışılmaz olan bu liderleri, tüm zamanların en kanlı yüzyılını tarih sayfalarına yazdırmaya iten şey neydi? Uluslararası ilişkilerin belirsiz doğası.
Uluslararası ilişkilerde esas olan parametrelerin çokluğu ve karmaşıklığıdır. Bundan dolayı en yetenekli ve zeki liderler dahi çoğu zaman hata yapmaya meyillidirler. Devletler açısından bu prensibin ortaya çıkartmış olduğu en önemli sonuç ise, tüm ulusların kendi çıkarları peşinde koşup, güçlerini maksimize etmeye çalışmalarıdır. Çünkü her lider bilir ki, uluslararası ilişkilerin kaygan zemininde hata yapma olasılığı çok yüksektir ve yapacağı hataların kendisine vereceği zararı minimize etmek için her devlet amansızca kendi gücünü maksimize etmek zorundadır.
İşte ABD-İsrail ilişkilerine de özel bir ilişki olarak değil, yukarıda belirttiğim persfektiften bakılması gerekmektedir. İniş çıkışlara sahne olan bu ilişkinin, çıkarlar ekseninde ve iki devletin de sürekli olarak güçlerini maksimize etmeye çalışmaları üzerine kurulu bir ilişki olduğunun anlaşılması gerekmektedir. Son derece yetenekli ve zeki liderlerin yönettiği bu iki ülkenin, zaman zaman çıkar çatışmasına düşmeleri kaçınılmazdır.
Farklı Tarihi Tecrübeler ve Coğrafya
ABD ve İsrail incelendiğinde, iki ülkenin kurmuş olduğu müttefiklik ilişkisinin doğal olarak kendiliğinde gelişen bir ilişki olmadığı görülür. İki ülke farklı tarihi tecrübe ve coğrafyalara sahiptir. ABD kuruluşundan bu yana iki büyük okyanusla korunarak, dünyanın geri kalanında meydana gelen savaşlardan istediği müddetçe izole olmuş ve bu savaşlara ancak kendi inisiyatifi ile müdahil olmuştur. Bunun bir sonucu olarak, Amerikalılar dünyaya daha idealist bir pencereden bakma refleksi geliştirmişlerdir.
İsrail ise daha kurulduğu ilk günde komşularının saldırısına uğramış ve konumlandığı coğrafyanın zor şartlarından dolayı kendisini sürekli savaşların içinde bulmuştur. Bu da İsrail’i dünyaya daha realist bir pencereden bakmaya zorlamıştır.
ABD halkı da kuruluşundan bu yana, İsrail halkından farklı bir tecrübe yaşamıştır. Amerika kıtasına geldikten sonra, tarıma elverişli ve doğal kaynaklar bakımından zengin bir coğrafya bulan Avrupalı göçmenler, ülkelerinin, bağımsızlığını ilan ettikten sonra (Amerikan iç savaşını saymazsak) hiçbir kıyıma uğramadan bu topraklarda bir refah toplumu yaratmayı başarmışlardır. Bu da Amerikalıların dünyaya daha özgüvenli bir şekilde bakmalarını sağladı.
Yahudiler ise İsrail Devleti kurulana dek 2000 sene boyunca yaşadıklar tüm ülkelerde azınlık olup, tarih boyunca sayısız yıkım ve kıyıma maruz kalıp, II. Dünya Savaşı sırasında altı milyon ırkdaşının Nazilerce katledilmesine şahit olmuşlardır. Bu da doğal olarak Yahudi ulusunun dünyaya, Amerikalılara oranla çok daha şüpheci bir gözlükle bakması sonucunu doğurmuştur.
İsrail’in ilk destekçileri
1967 yılındaki Arap - İsrail Savaşı’na dek, İsrail’in en büyük destekçisinin ABD değil, soğuk savaş boyunca İsrail’le son derece çetrefilli ilişkileri olan Fransa ve Sovyetler olması pek çok kişiyi şaşırtır. Özellikle İsrail Devleti kurulurken, Sovyetler Birliği yeni kurulacak olan devleti komünist kampa alma arzusu içindeydi. Bu sebepten dolayı Sovyetler Birliği, BM oylamasında İsrail lehine oy kullandı, yeni kurulan devleti hukuken tanıyan dünyadaki ilk ülke oldu ve İsrail kurtuluş savaşı sırasında Sovyet uydusu komunundaki Çekoslovakya’dan İsrail’e silah yardımını sağladı. Kuşkusuz bu Sovyet desteği genç İsrail Devleti’ne, büyük katkı sağlamıştır. Yine aynı şekilde 1956 yılında Süveyş çıkarması sırasında yaptığı işbirliği ve 1967 Arap - İsrail Savaşı sırasında İsrail’e sağlamış olduğu Mirage uçakları, Fransa’yı İsrail’in o dönemki en önemli müttefiki konumuna getirdi.
ABD seçimlerinde Yahudi oylarının Cumhuriyetçilere kayabileceğinden endişe eden ABD Başkanı Harry Truman, (ABD Dışişleri Bakanlığı’nın İsrail’i tanımamasını tavsiyesine etmesine rağmen) BM oylamasında İsrail’i destekledi ve kuruluşundan 12 dakika sonra İsrail’i fiili olarak tanıdı. Ancak o dönemde özellikle ABD Dışişleri Bakanlığı’nın etkisiyle, Ortadoğu politikasını başta Sudi Arabistan olmak üzere, petrol zengini Arap devletleri ile iyi ilişkilerin kurulması esasına dayandıran ABD, İsrail’le olan ilişkilerini soğuk tuttu. İsrail’in ilk Başbakanı David Ben-Gurion’un ilk görev süresi boyunca Washington’dan hiç bir resmi davet almaması bu durumu teyit eder nitelikteydi. 1956 yılında İsrail’in Fransa ve İngiltere ile birlikte gerçekleştirmiş olduğu Süveyş çıkarmasının, ABD ve Sovyetler arasında bir süper güçler çatışmasına dönmesinden endişe eden ABD, İsrail’e destek olmak bir yana, İsrail’in bir an evvel ilerleyişini durdurup operasyonu kesmesini sağladı.
İttifakın Oluşumu: Soğuk Savaş, Vietnam ve Medeni Haklar Hareketi
ABD’nin gözünde İsrail’in Ortadoğu’da değerli bir müttefik olmasını üç farklı gelişme sağladı. Bunlardan birincisi Soğuk Savaş açısından son derece büyük bir önem taşıyan yapısal bir değişiklikti. Soğuk Savaş’ın ilk dönemlerinde İngiltere ile sıkı ilişkilerini sürdüren Arap devletlerinin yönetimlerinde birbiri ardına meydana gelen değişiklikler ve yeni Arap yönetimlerinin, bu ülkelerdeki eski sömürge gücü olan İngiltere’ye karşı cephe almaları ve bunun sonucu, ABD’nin düşmanı olan Sovyet kampına geçmeleriydi. İkincisi olarak, yukarıda belirtilen yapısal değişimin ardından, 1967 Arap - İsrail Savaşı’nda İsrail’in elde ettiği askeri başarıyla, bölgede ABD’nin işine yarayabilecek kuvvetli bir ülke olduğunu göstermesi ABD’nin İsrail algısında önemli bir rol oynamıştır.
İsrail ile ABD arasındaki müttefiklik ilişkisinin temelleri ABD Başkan J.F Kennedy döneminde atıldığı söylenir. Ancak ABD’yi İsrail’e sıkıca yaklaştıran üçüncü sebep, İsrail’le kurulabilecek bir müttefiklik ilişkisinin ABD’de iç politika çıkarlarına hizmet edebilecek duruma gelmesiydi. ABD’de 1960’lı yıllarda gündemi meşgul eden medeni haklar hareketinin Lyndon Johnson’un ABD Başkanı olmasıyla hayata geçirilmesi bu konuda önemli bir dönüm noktası olmuştur.
Medeni haklar yasasıyla, üniversiteler dahil, ABD’deki çeşitli kurumlarda kendilerine uygulanan sınırlama kotalarından kurtulan Yahudiler, bu dönemde ABD’de sivil toplum ve üniversiteler gibi kamuoyunu etkileyebilecek kurumlarda etkinlik kazanmaya başladılar. Ezici bir çoğunluğu siyasal görüş olarak, eşitlikçi bir toplum vaad eden ve bu sebepten dolayı Yahudileri de içinde bulundukları eşitsizliklerden kurtaracağına inandıkları solculuğu savunan o dönemin Amerikan Yahudileri, aynı zamanda Vietnam Savaşı karşıtı gösterilerde de son derece aktifti. ABD halkındaki yoğun Vietnam Savaşı karşıtlığı nedeniyle iç politikada ağır baskı altında olan Başkan Johnson, işte bu Yahudi grupları kendi tarafına çekebilmek için İsrail’e yanaşmanın faydalı olabileceğine karar verdi.
1970 Sonrası İlişkiler
Daha sonraki dönemlerde zaman zaman ufak sarsıntılar geçirse de, ilişkiler bu olumlu düzlemde devam etti. Özellikle 1973 yılında yaşanan Arap-İsrail Savaşı sırasında, Sovyetler Birliği’nin Arap Devletlerine sağladığı yoğun silah yardımı karşısında, ABD’nin diplomatik ve askeri yardımı İsrail’in rahat bir nefes almasını sağlamıştı.1970’lerin sonunda birer sene arayla meydana gelen iki olay bu ilişkilerin sağlamlaşmasını sağlayacaktı. 1978 yılında ABD’nin önderliğinde İsrail ile Mısır arasında imzalanan Camp David Anlaşması, İsrail’in, ABD’nin Ortadoğu’da oynamak istediği ‘tarafsız arabulucu’ rolüne katkı sağlayan bir müttefik olarak algılanmasına sebep oldu. 1979 yılında, o tarihe kadar ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli müttefiklerinden olan İran’da devrim olması ve yeni rejimin ABD karşıtı bir tutum takınmasının ardından, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal ederek Ortadoğu’daki pozisyonunu güçlendirmesi, İsrail’i ABD’nin nezdinde bölgede daha da önemli bir yandaş haline getirdi.
Soğuk Savaş Sonrası Ortak Değerler İttifakı
Soğuk Savaş sonrası dönemde iki ülke arasındaki ilişkilerin, artan bir şekilde demokrasi, serbest piyasa ekonomisi ve çok kültürlü liberal toplum yapısı gibi ortak değerler üzerine kurulu olduğu dile getirilmeye başlandı. Ancak bu dönemde de iki ülke arasındaki ilişklerin ortak değerlerden daha ziyade, ülkelerin çıkarları üzerinden tanımlanmaya devam ettiği görülmektedir. Örneğin 1991 yılındaki Körfez Savaşı sırasında içerisinde Arap devletlerinin de bulunduğu BM koalisyonunu çatlatmak için İsraili’e füze saldırısında bulunarak bu ülkeyi savaşa çekmeye çalışan Saddam Hüseyin’e, ABD’nin talimatıyla cevap vermeyen İsrail için, bu durum iki ülke ilişkilerinin çıkar bazlı olduğunun açık göstergelerinde biriydi. Madrid görüşmeleri ve Oslo süreciyle bahar havasının esmeye başladığı ilişkiler, 1990’lı yılların ortalarında Clinton yönetiminin o dönemki Netanyahu hükümeti ile yaşamış olduğu anlaşmazlıklar nedeniyle tekrardan yerini gerginliğe bıraktı.
2000 yılında ABD’nin öncülüğünde bir Camp David barış görüşmesine daha tanık olan İsrail ve Filistinliler, bu süreçten sonra bölgede tırmanmaya başlayan şiddetle yüzleşmek zorunda kaldı. Son dönemde ise Obama yönetimi ile Clinton yönetimiyle olduğu gibi sorunlar yaşamaya başlayan Netanyahu hükümeti, özellikle yerleşim bölgeleri konusunda ABD’li muhatablarını ikna etmekte zorluklar yaşıyor.
Sonuç olarak bakıldığında ise, karşılıklı çıkarlar üzerine kurulu olan iki ülke ilişkileri, hükümetler bazında tarihinin parlak dönemlerinden birini yaşamıyor. Ancak unutulmamalıdır ki, günümüz dünyasında hükümetler arası ilişkilerin haricinde halklar arasında kurulan münasebetler de, ikili ilişkilerde önemli rol oynamaktadır. Bu bağlamda kültürel, ticari ve toplumsal ilişkilerin yanısıra, bilimsel kurumlar ve sivil toplum örgütleri gibi hükümet dışı alanlarda, iki ülke arasındaki sağlam işbirliğinin devam ettiği unutulmamalıdır.