Aylar öncesinden ‘bir ihtimal’ diye düşünülerek alınmış Euroleague Final Four biletlerimle hafta sonunu Paris’te geçirdim. Ağabeyime doğum günü hediyesi olarak alınan biletler ise TBL playoff’ları dolayısı ile anneme anneler günü hediyesine dönüştüler. Üç günde oynanan dört maçın teknik analizine girmeye hiç niyetim yok. Bu konudaki yazıları herhangi bir gazetede ya da sitede okumak mümkün olacaktır. Bu konuda tek söylemek istediğim şey, oyun kalitesi olarak en düşük seviyedeki maçın final maçı olduğudur. Bir de Olympiakos – Partizan maçında her top için kendini yere atan oyuncuların mücadelelerine duyduğum saygıyı de belirtmeden geçemem. Geçtiğimiz eylül ayınca Katowice’de Avrupa Basketbol Şampiyonası’nı seyretmiş biri olarak, Final Four’da ne ile karşılaşacağımı üç aşağı beş yukarı tahmin ediyordum fakat tahminlerimin çok daha ötesinde bir tecrübe oldu. Bir sezonda oynanan maç sayısının çokluğundan olsa gerek, takım taraftarları atmosfer yaratmak konusunda sanırım milli maçlardan bir adım daha öne geçiyorlar. Milli maçlar, o spor ile alakalı olan ya da olmayan ülkenin bütün vatandaşları tarafından seyredilirken, kulüp taraftarları sezon boyunca takımları ile birlikte yaşayan, takımlarına ve oyuna daha hâkim olan kitlelerden oluşuyor. Ülkemizde ‘sponsor seyircisi’ başlığı altında tartışılan konunun özünün burada yattığını düşünüyorum. Durum böyle olunca tribünleri seyretmek bile başlı başına bir keyif haline geliyor. Salonun dört köşesi takım taraftarlarına ayrılmışken sahanın uzun yanları ise internet üzerinden yapılan satışla isteyen kişiler tarafından alınabiliyordu. Salonda en kalabalık seyirci grubu ülkelerinde olan bütün sıkıntılara rağmen Olympiakos taraftarı idi. Salonun neredeyse üçte birini doldururken tipik bir Akdenizli seyirci topluluğu halindeydiler. Az sayıda CSKA’lı olması ve pek tezahürat kültürlerinin olmaması dolayısıyla Ruslar nispeten sönük, Barça taraftarı ise her zaman olduğu gibi oynanan oyundan keyif alan ve hak edene takdiri vermeyi bilen görünümdeydi. Tabi ki futbol ve basketbol takımlarının bu sezon toplam kaybettiği maç sayısı iki elin parmaklarını geçmeyince maçların keyfini çıkarmak daha kolay oluyordur diye tahmin ediyorum. Partizan seyircisi Grobari
Ama esas olan takımlarını olan bağlılıkları... Cuma akşamı takımları uzatma sonrasında kaybedilen mücadelede elendikten sonra takım tribünü selamlamaya gelirken “I kada ne budeš prvi ti – Birinci olamadığında” isimli tezahüratlarına başladılar. Tezahürat boyunca oyuncular ve seyirciler karşılıklı olarak ağlamaya başladılar. Sahada oyuncular, tribünde seyirciler karşılıklı tempo tuttuktan birkaç dakika sonra oyuncular içeri girdiler. Fakat bu durum sadece seyircilerin sesinin daha da yükselmesine sebep oldu. Maç bittikten yaklaşık 15 dakika sonra seyirciler aynı tezahürata devam ediyorlardı:
I kada ne budeš prvi ti,
I kada se uju zvizduci,
I tada u Partizane znaj,
Da te volim ja...
Birinci olamadığında
Düdükler çaldığında
Ben bileceğim Partizan
Beni sevip sevmediğini
Çok güzel maçlar seyrettik, süper bir atmosfer ve tecrübe idi. Ama Grobari bunların arasından en güzeliydi desem çok da abartmamış olurum.
Bu arada final maçını seyretmek için kendi maçlarından bir gün sonra Paris’e gelen ve takım arkadaşlarını destekleyen Barselona futbol takımına ve bunu organize edenlere, takımları Final Four’da olmamasına karşın basketbol sevgisiyle Final Four’a gelen Tau / Caja Laboral, Maccabi, Zalgiris ve göremediğim diğer takım taraftarlına saygılarımı sunarım.