“Türkiye’nin en çok okunan köşe yazarı kim?” diye sorsam ne cevap verirdiniz... Yanlış anlamayın, bu röportajı yapana kadar, Bekir Çoşkun’un gerçek anlamda Türkiye’nin en çok okunan köşe yazarı olduğunu bilmiyordum. Kendisine Hürriyet’ten Haber Türk’e geçişini, Pako’yu, kitaplarını ve güncel politikayı sordum, o da en az kalemi kadar akıcı sohbetiyle anlattı...
Şanlıurfa doğumlusunuz ve her fırsatta bununla övünüyorsunuz, günün birinde oraya geri dönüp yaşamayı düşünür müsünüz?
Şanlıurfa değil, Urfa… Çok kısa ve güzel bir adı vardı, ama biri çıktı ve isminin önüne Şanlı kelimesini ilave etti, sanki bu şekilde ‘şanlı’ olacakmış gibi. Oysa Türkiye’nin en geri kalmış bölgesi orası, halk yoksul. Bir gün geri dönecek olsam, Urfa’ya değil, Urfa’nın bir köyü olan Tünmer’e dönerim. Bizim köyümüz orası… Urfalılar kendi çocuklarını çok sevmezler, iş başarmış çocuklarınıysa hiç sevmezler, onun için dönmeyi pek düşünmem. Benim en az okuyucumun olduğu, kitaplarımın en az sattığı yerdir orası. Türkiye’nin hangi şehrinde konferans versem salonlar dolar, Urfa’ya gittiğimde 4 kişi vardı; onlar da benim kuzenlerimdi (gülüşmeler).
Peki ya ‘medyanın kalbinin attığı’ İstanbul’da yaşamayı?
Hayır, ben Ankara’yı severim. Yazları da Cunda’ya gidiyorum. Ankara çok sevilen bir şehir değil belki, ama ben severim. İstanbul’u bir fahişeye benzetiyorum: kötü parfüm kullanan, zamparaların gelip geçtiği, her gelenin duygularının bir kısmını alıp götürdüğü, sahte pırlanta benzeri boncuklar takan ve baldırlarında diş izleri bulunan bir fahişe… Ona kulak verirsek, şöyle dediğini duyarız, “Bir Turgut Bey vardı benden alıp götürdü, bir Enver Paşa vardı o da başka bir şeyler götürdü, bir Bedrettin Bey vardı…”
Gazetecilik hayatınıza foto muhabiri olarak başladınız, hâlâ fotoğraf çekiyor musunuz?
Her gazeteci gibi, benim de çantamın dibinde bir fotoğraf makinem var tabii. Ben foto muhabiri olarak başladım, ama fotoğraflarım hiçbir zaman çıkmadı. Çeker getirirdim, tab edilirdi, ama bakarlardı ki fotoğraf yok. Bu yüzden de beni kovdular zaten. Kovulduğum ilk köydü… Gazeteciliğe ilk adım atışımın ismi ‘foto muhabirliği’ idi yani. Fotoğraf çekmeyi bir türlü beceremedim.
Yıllar önce Günaydın’dan Sabah’a geçtiğinizde, 9. Köy’den, ‘Onuncu Köy’e geçtiniz ve sonra 10 sayısı sabit kaldı. Hürriyet’ten ayrıldığınızda gerçekten de Aydın Doğan’ı korumak için mi gittiniz?
Aydın Doğan çok da umurumda değildi açıkçası, çünkü ben tüm patronlarıma ilk günden beri “Sıra size de gelecek,” diyordum. Ama onlar iktidara yakın olup durumu kurtarma çabasındaydılar. Benim için esas önemli olan Hürriyet’ti. Hürriyet önemli bir gazete ve alnın akıyla yaşaması lazım. 17 yıl emek verdim, orada arkadaşlarım çalışıyordu. Oradan ayrılırken, ben aslında hiç sesimi çıkartmayacaktım, fakat ayrıldıktan sonra dedikodular yayılmaya başladı. Çok para alarak gitmişim, 3 milyon dolardan söz ettiler. Bu doğru değildi. Çok canımı sıkan olaylardı… Benim gösterdiğim titizliği, özeni onların da göstermesi lazımdı. Transfer için para aldığım doğru (neticede, her ne kadar ben kabul etmesem de Türkiye’nin en çok okunan köşe yazarı olduğum söyleniyor) borçlarım vardı ve hepsini Haber Türk karşıladı.
Bir liste söz konusu muydu?
Vardı, evet! Hata Ahmet Hakan’ın köşesinde, kendisine sordurttular, “Liste geldi mi?” diye. Ahmet Hakan önce, “Hayır!” dedi, ama 15 gün sonra dayanamayıp köşesinde listeyi yayınladı. Bir numarada ben yoktum aslında, Melih Aşık vardı. Beni köpekler kurtardı. Her hafta köpekler hakkında yazıyordum ya…
PAKO'YA YAZDIRMA FİKRİ ERTUĞRUL ÖZKÖK'ÜN
Köpekler kurtardı demişken, Pako için bir köşe yaratmak nasıl aklınıza gelmişti?
Ben zaten Pako hakkında yazı yazıyordum, ama ona bir köşe açmak, ‘direkt Pako yazsın’ düşüncesi Ertuğrul Özkök’e aittir. Özkök iyi bir yönetmendir ve Hürriyet’i hayvan haklarını savunan bir gazete durumuna getiren de kendisidir. Şimdi üzülerek görüyorum ki, Hürriyet bunu terk ediyor, oysa dili ağzı olmayan, yüreğinde müthiş bir insan sevgisi olan, çocukları seven, insanları seven, duyguları olan canlıları korumak hem insan, hem de o kurum adına büyük bir sevap. Hayvanları korumanın bereket getirdiğine inanırım ben. Düşünsenize, eskiden iki yakası bir araya gelmeyen ben, hayvan yazarı olmaya başladıktan sonra belimi doğrulttum (gülüşmeler). Teknemin adı da Pako…
Şu anda başka bir evcil hayvan besliyor musunuz?
Şu anda ‘Postal’ımız var evde, ayakları büyük olduğu için Postal adını verdiğimiz bir sokak köpeğimiz var. Postal’ın annesi sokakta kaldığı için almıştık. ‘Sushi’ var sonra, onun da annesini öldürmüşlerdi sokakta, onun için aldık. Bir de ‘Çıtır’ var, bebekken geldi. Üç tane köpeğimiz var evde, ama sokaktaki tüm köpekler bizim.
Şimdiye dek dört kitabınız yayınlandı, yeni bir projeniz var mı?
Birkaç kitabım var. Aslında bitirdim, ama tek başıma çalıştığım için bir türlü yetiştiremiyorum. Bir tanesi denizcilikle ilgili; insanlar Urfalı bir kaptanın denizcilik anılarını okusun diye (gülüşmeler)… Ne yazık ki denizde büyümüş, deniz kıyısında yaşayan insanların akıllarına gelmiyor denizcilikle ilgili güzel kitap yazmak. Ben Urfa’dan geldim, denizci oldum, bari kitap yazayım da utansınlar…
"DİNLER ARASINDA FARK YOKTUR"
Bir köşe yazınızda: “Dinleri dahi yücelten, huzur ve mutluluk kaynağı yapan o inancın insanıdır...” demiştiniz (30 Aralık 2008) Peki ya din ayrımcılığı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tabii ki dinleri yücelten insanlardır. O dine inanmış insanlardır. Tek başına baktığınızda, insanlara, “kan akıt, insan öldür, sahtekâr ol, dolandırıcılık yap,” diyen din var mı? Yok. Dinler insanlara iyi ve doğru yolu gösteriyorlar. Bu bakımdan dinler arasında fark yoktur. Fakat bazı dinler daha çok gelişmiştir, daha çok inananı vardır. Ama dinin çok insan tarafından benimsenmiş veya çok insanın yüreğine girmiş olması, o dinin çok saygın olması anlamına da gelmez. Benim din anlayışım şudur: bizim evde laiklik geçerlidir, eşim Katolik. Benim üvey anneannem Ermeni’dir, o beni büyüttü, annem ben dört yaşındayken öldü. Annemi hatırlamam bile, ama ona taparım!
Sizin komşularınızla bir sorununuz yok öyleyse. Yapılan bir araştırmada Türk halkına sorulduğunda, insanların %72’sinin Yahudi komşu istemedikleri ortaya çıkmıştı…
Şöyle düşünün, hayatımda en çok sevdiğim kadın, karım Katolik! Üstelik de biz Nakşibendîler daha katıyızdır. Ve bizim evde de gayet iyi gidiyor işler. İşin temelinde insan duyguları var ve hoşgörü olduktan sonra, hiçbir sorun çıkmaz. Neticede hepsi sevgiye dayanıyor, ağacı sevmezseniz, kuşu, kediyi, kelebeği sevmezseniz, onları da Allah’ın yarattığına inanmazsanız, insanı da sevemezsiniz. Ben, insana nasıl kıyılır, bir canlıya nasıl kıyılır anlayamıyorum, aklım almıyor. Ya da bir canlının ölümüne şahit olup ses çıkartmamayı…
Amerikan askerlerinin Bağdat’ı bombaladıkları gece, eşimle televizyonda olanları seyrediyorduk. O Katolik, bombalayanlar da Katolik, ya da en azından Hıristiyan. Oturup ağlamaya başladı, feryat figan etti, inanılmaz bir tepki gösterdi. Aynı şekilde harekât sırasında İngiliz askerleri öldürüldüğünde, bu sefer de ben tepki gösterdim. Sonuçta, “Önce insanım,” demek lazım. Birine sorsanız bir sürü şey sıralayabilir, “Ankaralıyım, Fenerbahçeliyim, Türküm, Müslüman’ım, esmerim, üniversiteliyim,” bunun gibi bir sürü şey sayabilir. Ama önce dinini söylediğin zaman, dinler arasında çatışma başlıyor. Milletini söylesen bu kez de ırklar arasında çatışma çıkıyor. “Önce nesin?” dediğiniz zaman, cevabı çok önemlidir.
"SOKAKTA BİR İSRAİLLİ GÖRDÜĞÜM ZAMAN SEVİNİYORUM
Türkiye ile İsrail aynı coğrafyanın ürünü diye belirtmişsiniz, peki neden bu iki ülke bir türlü anlaşamıyorlar?
Ben Türkiye ile İsrail arasındaki anlaşmazlığın insanlara tümüyle enjekte edildiğini, yandaş medya çok iyi kullanılarak toplumun kesinlikle yanlış biçimde yönlendirildiğini düşünüyorum. Burada bir bağnaz kesim de var, bunlar onu çok iyi kullanıyorlar. Oysa ben sokakta bir İsrailli gördüğüm zaman seviniyorum. Bir Türk orada ya da İsrailli bir genç burada eğitim alınca, bu beni mutlu ediyor. Ben çok açıkça söylüyorum, çağdışı bir Ortadoğu ülkesi ile yakınlaşmak yerine İsrail ile dost olmayı, yakınlaşmayı tercih ederim. Uygar ve çağdaş uluslardan zarar gelmediğine inanıyorum. Ancak şunu da belirtmeliyim ki, İsrail’in son birkaç yıldır yaptığı çok önemli bir tarihi hata var. İsrail’e karşı son dönemde yükselen düşmanlığın sebebi de iktidar partisi ve yandaş medyadır. Oysa ben İsrail ve Türkiye’nin bir bakıma aynı yazgıyı, aynı kaderi paylaştıklarını düşünürüm.
Köşe yazılarınızda oldukça açık bir şekilde duygularınızı belirttiniz, ama bir de burada soralım ‘Mavi Marmara’ olayını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kısaca görüşlerinizi alabilir miyiz?
Mavi Marmara gemisi tek yönlü bir sefer yaptı. Güya ‘barış-sevgi-özgürlüğe’ doğru gitti, ama dönemedi. Çünkü ne gönderenler ‘barış-sevgi-özgürlük’ peşindeydiler, ne de karşılayanlar. O gemi, içine çoğunluğu iyi niyetli insanların doldurulmuş olduğu bir kanlı oyunun parçasıydı sadece ve seferini de kanlı noktaladı. Bu kötü anının özünde dinler savaşı vardır. Dinler insanların ‘barış içinde-mutlu-huzurlu’ yaşaması için gönderildikleri halde, en büyük savaşlar hep dinler arasında oldu.
Bu gerçekten de İsrail - Türkiye ilişkilerinin sonu anlamına mı gelir sizce?
Türkiye’de dinci bir yönetim var. Bu yönetim dinci yapılanmaya çanak tutuyor. Keza İsrail bir şeriat devletidir aslında. Her iki ülkede “önce insanım” diyenlerin sayısı azınlıkta. Bu iki ülke arasında kısa gelecekte sorunun sürmesine neden olacak bence. Ama her iki ülkenin ortak ekonomik çıkarları, dayanışma zorunluluğu bunun uzun sürmesine izin vermez sanki.
Yıllardır her gün bıkıp usanmadan köşe yazısı yazmak nasıl bır şey? ne yazacağınızı bulmakta zorlandığınız oluyor mu?
Ben buna karşıyım aslında. Yıllardır her gün bu işi yapıyorum ama yıllardır da şunu söylüyorum: “Elim kırılsaydı da yazmaz olaydım!” çünkü dünyanın hiçbir tarafında insana her gün köşe yazısı yazdırmazlar. Bu absürt bir hal alıyor ve köşe yazarı, “her şeyi bilen adam” konumuna getiriliyor. Uçak düşüyor, yazı yazıyoruz. Maden patlıyor yazı yazıyoruz. Demokrasi, hukuk, anayasa tüm bunları bilen insanlarız. Ama yöntem doğru değil!
Beğendığınız bır köşe yazarı var mı?
Tabii ki var, ama ben isim vermem, çünkü beğendiklerim o kadar çok ki, unuttuklarım kırılabilir. Nefret ettiklerim, hiç sevmediklerim var. Mesela meslek hayatım boyunca 25-30 senedir, yazılarını hiç okumadığım köşe yazıları var. Okumayı denedim, zorladım, zulüm gibi geldi, ama bir türlü okuyamadım.
Çok teşekkürler…