Türk-İsrail ilişkileri şu anda iki halkın da hak etmediği bir dönemden geçiyor. Kimine göre -isteyerek veya istemeyerek- zamanında devreye sokulmayan diplomasinin dünya siyasetine verdiği bir ders bu.
Kimine göre ise, öngörülemeyecek bir durumla karşı karşıya bulunuluyor. Her halde, kastını aşan ve iki devlet arasındaki, ondan da öte iki halk arasındaki dostluğa gölge düşüren bir olaylar zinciri söz konusu. Bu anlamda yorum yapmak için çok erken: Tarihin ileride bugünleri yazarken yapacağı değerlendirmeler ise, herkes için acılı olacaktır muhtemelen
“Kutsal Topraklar”, Yavuz Sultan Selim’in kendisini Osmanlı İmparatorluğuna kattığı tarihten dört asır sonra, Birinci Dünya Savaşı’nı bitiren 1919 Paris görüşmelerinde alınan kararlar çerçevesinde, İngiliz manda idaresine girer.
Kudüs ve çevresini oluşturan ve İngilizler tarafından 19. yüzyılda Filistin toprakları olarak adlandırılacak bölgede, daha çok yarı göçebe şekilde yaşayan bir Bedevi / Arap nüfus vardır. Yahudilerin bu topraklara ilgisi ise yüzyıllardır hiç bitmemiş, özellikle İspanya’dan kovulmaları ve Osmanlı topraklarına kabul edilmelerini takiben, Kanuni Sultan Süleyman ve II. Selim döneminde giderek artmıştır.
Fransız Devrimi sonrasında gelişen milliyetçilik akımlarına koşut Avrupa’da antisemitizmin artması ve ondan önce, Ortaçağ’ın kilise merkezli baskısına maruz kalan Yahudi toplumlarının gözünü refah içinde yaşayabilecekleri Osmanlı topraklarına çevirmelerine neden olur. Kutsal toprakların padişahın kontrolü altında olması, bu anlamda, zaten Yahudiler için bir çekim merkezi olan bölgeyi hiçbir zaman olmadığı kadar gündeme getirir. Sonuçta, 19 yüzyılın sonlarından başlayarak bölgeye Yahudi göçü başlar.
Yahudilerin Araplarla, Osmanlı ve daha sonra da İngiliz idaresi ile olan ilişkileri, ayrı çalışmalara özne olacak bir konudur ve kısıtlı bir bölgeyi ilgilendirir niteliktedir. Ancak, Osmanlı İmparatorluğunun mirasçısı Türkiye Cumhuriyeti ile Yahudilerin ‘Kutsal Topraklarda’ kurdukları İsrail Devleti arasındaki ilişkiler, yalnız günümüz Ortadoğu’sunda değil, tüm dünyada ilgi duyulan ve önem atfedilen bir konudur.
İSRAİL’E YÖNELİK İLK ÇEKİNCELER
Manda idaresi döneminde, Yahudi Ajansı ile İngiliz yönetimi arasında, özellikle bölgeye yapılan göç ile ilgili olarak baş gösteren çekişmelerde - savaşı kazanıp siyasi konjonktürde öne çıkan - Londra’nın yanında olmaya özen gösteren Türkiye, BM Güvenlik Konseyi’nin 1947 yılında aldığı, Filistin topraklarında biri Yahudi biri de Arap, iki bağımsız devletin kurulmasını onaylayan kararına da olumsuz yaklaşır. Burada ağır basan neden, genç Türkiye Cumhuriyeti ile hemen hemen aynı tarihlerde kurulmuş Irak ve Ürdün Krallıkları ile olan iyi ilişkilerin bozulmasının Ankara’daki diplomatik çevrelerce istenmemesidir…
Bir neden de, 2. Dünya Savaşı sonrasında başlayan bloklaşmanın gölgesidir. İsrail Devleti’nin kurucuları arasında sosyalist görüşün egemen olması, bu ülkenin Sovyet Rusya’ya yakın bir politika izleyebileceği endişesini gündeme getirir. Oysa tarih, Türkiye’nin Hatay sorunu ve PKK’ya olan desteğinden dolayı mesafeli bir yaklaşım sergilediği Suriye ve Kral Faysal idaresinin devrilmesini takiben Irak’ın, Sovyetler Birliği ile sıcak ilişkiler geliştireceğini; ABD ve Avrupa’ya yatkın bir yaşam ve yönetim şekli benimseyen İsrail’in ise, bu anlamda Türkiye’ye daha yakın bir konuma geleceğini gösterecektir.
1948 yılında İsrail Devleti’nin, kuruluşunun akabinde komşu Arap ülkeleri tarafından ateş hattına itilmesi, bağımsızlık savaşından başarı ile çıkması ve bunun sonrasında başta ABD olmak üzere BM’yi oluşturan ülkelerce tanınmaya başlanması, Ankara’nın bakış açısını değiştirecek ve 28 Mart 1949 tarihi, Türkiye’nin İsrail’i defacto tanıdığı tarih olarak kayda geçecektir.
Bu tanımanın ardında, Türkiye’nin, yeni oluşturulan NATO’ya girmek istemesi ve bununla ilgili olarak İsrail’i tanımanın kendisine artı puanlar getirebileceği gerçeği kadar, savaş esnasında izlediği azınlık politikası ve Varlık Vergisi uygulamaları yüzünden Amerika ve İngiltere’deki kamuoyunda oluşan kimlik erozyonunu giderme çabası yatar. Ankara’nın ülke imarını devam ettirmek amacı ile beklediği kredilerin alınmasında Yahudi finans çevrelerinin Amerikan yönetimini ‘ikna edebileceği’ beklentisi de önemli bir motif oluşturur. Nitekim o dönemden bu döneme, Amerikan yardımlarının kesintiye uğramaması, Kıbrıs sorunu ve Ermeni lobisinin etkilerine set çekme çalışmalarında, Yahudi lobisinin desteğine sıkça başvurulacaktır…
Kurulduğu günden bu yana, varlığı Arap komşuları tarafından hemen hemen her dönemde tartışma konusu yapılan İsrail için ise Türkiye ile dostane ilişkiler geliştirmek hayati önemdedir. Bölgenin ‘demokratik hukuk devleti’ tanımlamasına uyan bu iki ülkesinin başka bir ortak paydası da Arap olmamalarıdır. Müslüman olan ancak Arap olmayan Türkiye ile Araplarla kuşatılmış Yahudi kimlikli İsrail’in birbirlerine verebilecekleri çok şeyleri olduğu, her zaman İsrail diplomatik çevrelerinin söylemlerinde ifadesini bulur.
İsrail’in Kore Savaşı esnasında Sovyet destekli Arap ülkelerinin tersine BM Güvenlik Konseyi kararlarını desteklemesi, bir anda İsrail’i Türkiye’de popüler kılar.
1956 Süveyş Savaşı Ankara’yı İsrail ile olan ilişkilerinde bir açmaza sürükleyecek, Menderes hükümetinin İsrail’e karşı söylemi sertleşecek ancak, savaşın tarafı olan İngiltere ve Fransa’nın dünya siyasetindeki ağırlıklarından ötürü, onları ve dolayısı ile İsrail’i destekler konuma gelecektir. Bu durum, Türkiye’nin kanal bölgesinin İngiltere, Fransa destekli İsrail tarafından işgalini BM Genel Kurulu’nda kınayan karara imza atmasını engellemeyecektir. Bu imzanın altında, Arap ülkelerinin Ankara hükümetine yaptıkları baskının izlerini bulmak mümkündür.
Bu olaylardan sonra Suriye’nin Sovyetler Birliğine yakınlaşması, Irak’ta 14 Temmuz 1958’te gerçekleşen darbe ile dost rejimin yıkılması, iki ülke arasında, hem istihbarat hem de askeri alanda alışverişin daha verimli zemine çekilmesine neden olur.
Ancak ilişkilerde 60’lı yıllarda sapmalar görülür. Türkiye’nin NATO macerasında bazı sorunlarla karşı karşıya gelmesi ve ABD ile Sovyet Rusya’yı savaşın eşiğine getiren Domuzlar Körfezi gerginliğinin Ankara’nın dış siyasetinde yarattığı şok, diplomasi çevrelerinde, tüm diğer dış ilişkiler gibi, İsrail ile olan ilişkileri de sorgulama noktasına getirecektir. Nitekim bu dönemden itibaren verilen beyanatlarda “Arap ülkelerinin haklı davaları ve meşru haklarından” söz edilecek, ancak Arap başkentlerinin tüm baskılarına rağmen, İsrail ile olan ilişkiler kesilmeyecektir.
1967 Altı Gün Savaşı esnasında ise Türkiye Arap yanlısı bir tutum izleyecektir. Bu savaş ve sonuçları, savaşın ardından Filistin Kurtuluş Örgütü’nün etkinlik kazanması ve İsrail’e karşı gerilla faaliyetlerine başlaması, belki de ilk kez, Türk-İsrail ilişkilerini Ankara’daki diplomatik çevrelerden sokağa taşıyacaktır. Savaş sonrasında Gazze Şeridi ile Batı Şeria’nın İsrail tarafından işgal edilmesi, özellikle yeni yeni gelişmeye başlayan aşırı sol örgütlerin FKÖ’ye desteklerini getirecektir. Böylece ‘emperyalist’ güçlere karşı Filistin halkı ile dayanışma sağlanacaktır. Bu ‘dayanışma’ sol örgüt militanlarının FKÖ kontrolündeki Bekaa Vadisi’ndeki kamplarda askeri eğitime alınmalarına dek gidecektir.
ELROM’UN KAÇIRILMASI
Sol örgütlerin FKÖ ile olan yakınlaşmaları, İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’un 1971 yılında kaçırılmasına zemin hazırlayacaktır. Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi tarafından kaçırılan Elrom’un hayatına karşılık istenenler dönemin hükümetine bildirilecek, ancak talepler kesin bir ifade ile ret edilecektir. Sonuçta Elrom öldürülecek, bu durum Türk kamuoyunda çok sert tepkilere neden olacaktır…
Özelde Elrom olayı, genelde sol grupların FKÖ ile bağlantıları ve Türkiye’de rejimi değiştirmek için örgütlenmeye başlamaları, 1970’lı yılların sonunda ülkeyi siyasal – sosyal anlamda bir kaosa götürecek ve 1980 askeri müdahalesini gerekli kılacak zemini hazırlayan etkilerden biri olacaktır.
Türkiye’de 1971 muhtırasını takip eden senelerde görülen siyasi istikrarsızlık, 1973 Yom Kipur Savaşı’nın basında ve kamuoyunda yeterince takip edilmemesine neden olmuş, daha sonraki süreçte kurulan koalisyon hükümetleri içinde gitgide artan bir etki ile yer alan Milli Selamet Partisi ile din, Türk – İsrail ilişkilerinde belirleyici bir öğe olmaya başlamıştır.
Savaşın sonrasında baş gösteren petrol krizi Türkiye’nin Arap dünyasına yönelmesine neden olur. Bunun yanı sıra, Kıbrıs Barış Harekâtı ile başta ABD olmak üzere batılı ülkelerin Ankara’ya karşı giriştikleri ambargo da, Türkiye’yi Sovyetler Birliği’ne ve dolayısı ile Arap ülkelerine yakınlaştıracaktır.
Bu anlamda, 1970’li yıllarda gelişen tüm olaylar, adeta Türk – İsrail ilişkilerinin hızla daralmasına neden olmuştur. İsrail’in Kıbrıs harekâtı sonrasında Washington yönetiminin Türkiye’ye karşı aldığı ambargo kararını değiştirmesi için doğrudan devreye girmesi, bunun yanı sıra Amerika’daki Yahudi lobisinin de aynı doğrultuda tavır takınması, iki ülke arasındaki soğukluğun giderilmesine yeterli olmamış; 10 Kasım 1975 tarihinde BM Genel Kurulu’nda yapılan oylamada, “Siyonizmin ırkçılık olduğu” önergesine Türkiye lehte oy kullanarak olumlu katkıda bulunmuştur.
Bu tarihten sonra Ankara, İsrail ile olan ilişkilerinde devamlı ikileme düşecektir. ‘Müslüman Filistin’ halkının başına gelenler özellikle dini bakış açısının meclisteki temsilcileri tarafından çokça kullanılacak, buna karşılık, Filistin halkının yasal temsilcisi olarak kabul edilen FKÖ’nün sol örgütlere kapılarını açarak onları eğitmeyi kabul etmesi, değişik bir krize neden olacaktır. Daha da ötesi, Kıbrıs bunalımı esnasında, FKÖ’nün Rumları desteklemesi ve Yunanistan ile yakın ilişkilere girmesi, Ermeni terör örgütü Asala’nın militanlarını eğitmesi, söz konusu ikilemi canlı tutacaktır.
1980’li yıllara damgasını vuracak İran – Irak Savaşı’nda ABD’nin körfezdeki Arap ülkelerini desteklemesi, aynı dönemde İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesi, Irak’taki Osirek nükleer reaktörünü vurması, Golan Tepelerini ilhak etmesi, 1982’de Lübnan’a girmesi, Batı Şeria’da Yahudi yerleşimlerini kurmaya başlaması: İşte bütün bu olayların arda arda gelişmesi, Ankara’nın İsrail ile olan ilişkilerini 2. kâtip düzeyine indirme kararı almasına neden olacaktır. Buna rağmen istihbarat ve askeri alanda “kapı arkası” ilişkiler artan tempoda gelişmeye devam edecektir.
devam edecek...