“İstanbul kokusuydu bu, İstanbul’da olmayan,
Beyoğlu kokusu.
İçin için küflenen, gizli gizli çürüyen eski yapıların kokusu.
Şimdi de; ukalaca genellemeler düğmesine bastım.
‘Eski şehirler böyle kokar’ diye bir çamurlu sakız çıktı makineden.
Sakızı karşı çatıya attım,
çamuru kaldı…”
Bilge Karasu
Bir şehri tanımanın yaşı yüzyıllar olmalıdır. O şehirle var olmak demek, organlarından biri olmak demektir.
Bir kentin organlarından biri olmak demek, o bedene can veren her bir dokuda bir anlam, bir duygu, bir soluk üretmek demektir.
İnsanlarına benzer olmak, kültürünü yaşamak, onu üretmek ve gelecek nesillere birikimlerinin izlerini sunmak demektir. Onu tüketmek değil, onunla var olmanın ve uyumlu yaşamın değerini bilmek, öz varlığınla da katkıda bulunmak demektir.
Beyoğlu iki ayrı noktadan, tende iki bıçak yarası gibi açılır, buluşacakları noktaya kadar uzayan ve iç içe geçerek birbirini tamamlayan, aslında bütün bir organın yaralı atardamarı gibi uzanır gider.
Taksim’den Tünel’e uzanan bu atardamar, yüzyılın izlerini eski kartpostalların sararmış anıları gibi saklar ve günümüze dek uzanır gelir.
İster adı Grand Rue de Pera, ister Cadde-i Kebir, ister İstiklal Caddesi olsun; Beyoğlu’dur;
Ruhuyla kalbiyle geçmişi ve geleceğiyle… Burası hem uzaktan bakılan bir vitrin, hem dönem dönem içeriğine karışılıp sahipliğine özenilen yarı bir açık hava panayırı gibidir. Hem yabancıdır, hem bildik, hem sahiplenilir korunur, hem uzaklaştırılır, silinir, unutturulur.
Hem Markiz’dir, Nisuaz’dır, Baylan’dır, hem Hacı Bekir, hem Rejans’dır, hem Hacı Baba; hem Ağa Camii’dir, hem Aya Triada Saint Antuan; hem Botter Apartmanı’dır, hem Narmanlı hem Elhambra, bütün bu karşıtlığın zaman potasındaki uyumu, yaşam kültürünün sürekli ve yeni biçimler edinmesine neden olmuştur.
Bu yeni oluşumlar zaman içinde çağın değişen değerlerine ayak uydursa da kültürel erozyonuna uyduramamıştır.
Beyoğlu’nun çok değil bir nesil öncesi semt özellikleri artık yok olmuştur. Farklılaşmakta farklı bir Beyoğlu doğmaktadır.
Yeni bir toplum yeni kültür; ne yazık, geçmişin birikimlerini ve yaşam sanatının şehirli etkisini yok sayarak, kendi sanal varlığını biçimlemeye ve semti yeniden anlamlandırmaya çalışmaktadır.
Emek Sineması
Bunun en somut girişimi de Emek Sineması’dır.
19. yy’da İstanbul’da çalışmış, kente nice yapıtlar kazandırmış mimarların en önemlilerinden biri Alexsandre Vallaury’dir.
Üstelik İstanbul doğumludur, üstelik Güzel Sanatlar Akademisi kurucularından olup, Beyoğlunda Serkldoryan (Cercle d’Orient), Pera Palas, Arkeoloji Müzesi, Haydarpaşa Lisesi, Bankalar Caddesi’nde Osmanlı ve Merkez Bankası binaları, İstanbul Erkek Lisesi gibi günümüze dek ayakta kalmış halen fonksiyonlarını sürdüren yapıtlar üretmiştir.
Emek Sineması ve Pasajı, Vallaury’nin başyapıtlarından biri olan İstanbul’un en eski kulüplerinden Serkldoryan yerine aynı bina içine yapıldı.
Kulübün çoğunluğu Levanten, azınlık ya da yabancı uyruklulardan oluşan üyeleri, şehrin ileri gelen zenginleriydi. Üyelerinin arasında, Osmanlılardan Prens Aziz, Cemal, Enver ve Talat Paşalar, Damat Ferit gibi önemli şahsiyetler de vardı.
1870’li yılların sonunda Abraham Paşa tarafından Mimar Vallaury’ye yaptırılan Neo Rönesans özelliklerini taşıyan cephesi heykellerle süslü bu eşsiz yapı, Cumhuriyet döneminde Büyük Kulüp’e dönüştürüldü.
Bu günkü Emek Sineması’nın yer aldığı yapı bloğu 1924 yılında sahipleri Arditi ve Saltiel tarafından, adını da sahnesi tepesindeki iki melek figüründen aldığından aslında Melek Sineması olarak açılmıştı.
Bu iki dost yakın arkadaş, hızla gelişen sinema teknolojisinin büyülü dünyasını yıllarca semtin kozmopolit sakinleriyle paylaştı. Suareler, matineler, film öncesi konserler, şampanyalı, şaraplı film araları, kokteyller, gerek halk gerek film yapımcılarının katılımlarıyla birlikte sürdü.
1945 yılına kadar yönetilen ve sinema çağının en güzel filmlerinin halkla buluştuğu bu mekân, varlık vergisi yöntemiyle el değiştirip İstanbul Belediyesi Emekli Sandığı’na devredilir. Sonraları İpekçi ailesinin 1953’te kurduğu Emek Film adını Emek Sineması olarak değiştirdiği bu mekâna sahip olur.
Geçmişin izleri yine kültürlerin sentezinde kendine yeni mecralar bulur akar gider.
Rüzgâr Gibi Geçti, Batı Yakasının Hikâyesi, Neşeli Günler, İrlandalı Kız aylar boyu sahnelenir. Şehrin tümü neredeyse Beyoğlu’na ve Emek Sineması’na akın eder durur. Altı ay oynatılan İrlandalı Kız, Emek’te en uzun gösterilen film unvanını kazanır.
Bugün ise; yıllardır yalnız İstanbullu değil, toplumun tüm katmanlarından gelen sinemaseverlere film zevkini tattırarak onlara yeni dünyalar sunan bu mekân yok edilmek üzere bekletilmektedir. Böyle bir sinema salonunun işlevsizleştirilerek yapılacak yeni mekânlara pazarlama zihniyeti ne yazık ki gerçektir.
1993 yılında kapsamlı bir restorasyon geçiren Emek Sineması, geçmiş kimliğine uygun bir işlevi gelecek nesillere taşımayı planlarken, kentsel dönüşümün parasal hırslarına yenilerek ve bir yaşam kültürü yok edilerek alışveriş merkezine dönüştürülmeyi beklemektedir.
Rantın bu kadar hızlı ve acımasız çıkarcı zihniyeti ona mesleki gerekçelerde bulmuştur. Yapılması düşünülen projede; çevresiyle beraber yok edilecek olan bir yapı adasına, günün modasına uygun bir devasa AVM ve tepesine kondurulacak hayalet bir Emek Sineması olacaktır.
Mirasını tüketmiş yeni ‘konsept’lerin City’s benzeri çözümleri gibi.
Beyoğlu’nda yeni bir City’s ne caddenin sokak alışverişi geleneğine ne yapıların cephe sokak oranlarına ne eklektik mimarinin sentezine katkıda bulunacaktır. Oysa yapılar korunmalı, onarılmalı eskiyen bozulan binaların bir dönemin aynası olduğu unutulmamalıdır.
‘Müze şehri’nin kavram karşılığı; sokaklarının, geçmişe tanıklık etmiş yaşamlarına, mimari stillerine ve onlara karışarak dolaşılıp, dokunulup izlenmesiyle anlam kazandığı bilinir.
Art Nouveau yapılarından en güzel örneğin Tünel meydanına yakın ‘Botter Evi’nin olduğunu biliyor musunuz? Bu binayı gezip görmeğe çalışan turistlerin gezi programlarının ilk maddelerinden olduğunu da. Oysa bina halen korunmaya aciz halde beklemektedir. Bina, stilinin en güzel detaylarını, ferforjenin, taş işçiliklerinin motiflerini, doğanın ve zamanın etkilerinin yanı sıra bilinçsiz kullanıma karşın halen dirençle korumaya çalışmaktadır.
Nasıl bir toplum, sanat, kent düşmanlığı, kültürel bir erozyondur, anlaşılması olanaksızdır.
Bölge; kentin kozmopolit, sanatsal yanına önem verilen, geçmiş yapılarının ve mimari mirasının korunması ilkesiyle hareket edilmesi gerekli yerindedir. Sinemalar, konser salonları, tiyatrolar, film üretim merkezleri, sergi salonları hep buradadır. Birçok resmi ve sivil toplum kuruluşunun kültür ve sanat yatırımlarının bulunduğu bölge hep burasıdır.
Bugünse, böyle bir bölgede çağdaş değerlerin bilinciyle korunması, saklanması gerekli bu mimarlık kültürü yapıtları toplumsal belleğimizin zaafına uğramamalıdır.
Emek Sineması’nı yok etmek, bir yaşamı yok etmek demektir.
İnsanlık ve kültür yaşamlarını sürdürdükçe ‘Büyülü Fener’lere her zaman ihtiyaç duyacaktır.