Yirmi yıl öncesine kadar Türkiye-İsrail ‘ilişkileri’ Türk dış politikasında önemli bir yer edinmezken, 1990’lı yıllarda bu durum değişti. 2000 yılına kadar sürekli ivme kazanan iki ülke arasındaki ilişkiler, 2000’li yıllarda ise çalkantılı bir hal almaya başladı
Irak’ın 1990’da Kuveyt’i işgal ederek neden olduğu ‘Körfez Krizi’, bu kriz esnasında Filistin yönetiminin Saddam Hüseyin’i desteklerken, İsrail’in diğer Arap ülkeleri ile birlikte bir davranış sergilemesi, Türk – İsrail ilişkilerinde tekrar toparlanma sürecini başlattı. Aynı dönemde, Sovyet Rusya’nın çöküşünü takiben Ortadoğu’da etkisini kaybetmesi, buna bağlı olarak da Türkiye’nin NATO’nun ileri karakolu olarak stratejik önemini bir nebze olsa da yitirmesi, dengeleri tekrar değiştirdi.
Buna Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinde devamlı köşeye sıkıştırılma çabaları ile karşılaşması, doğu ve güneydoğu Anadolu’da giderek artan PKK terörü, Suriye’nin bu teröre verdiği destek de katılırsa, yeni oluşan dengede Türk – İsrail ilişkilerinin değeri daha iyi konumlandırılabilir. 1996 yılında başlayan Oslo Barış Görüşmeleri sürecinde olan İsrail’in bu dönemde hem ekonomik, hem teknolojik, hem de diplomasi alanında parlayan bir yere sahip olması, ilişkilerin değerini bir kat daha arttırdı. İlişkilerin artan temposu, Eylül 2001’deki büyük terör saldırılarına kadar devam etti…
11 EYLÜL’DEN SONRASI
Eylül 2001, özellikle Amerikan toplumunda gelişen bir paranoyanın başlangıcıdır. Saldırganların kendilerine motif olarak İslami söylemler seçmeleri, saldırı nedenleri olarak “Ortadoğu’nun mazlum halkını” odak noktasına koymaları, bu paranoyanın tüm batı âlemine yayılmasına neden oldu. Bu durumun zaman zaman laik Müslüman kesimlerde rahatsızlık yarattığı bir gerçektir. İnsanlar arası ilişkilerde olduğu gibi toplumlar arası ilişkilerde de saygının yanı sıra güven unsuru önemli bir rol oynar: 11 Eylül saldırılarında zarar gören ve tedavisi gitgide olanaksızlaşan işte bu histir.
O günden bugüne geçen dönemde, özelde Türk – İsrail ilişkileri de çok ciddi yaralar aldı. Türkiye’de 2002 yılı Kasım ayında yapılan genel seçimlerde AKP’nin iktidara gelmesi, 2007 Temmuz’undaki seçimlerde siyasi erkini son dönemlerin en yüksek oy oranı ile güçlendirmesi, esasen bu ilişkilerin karakterini etkileyen en önemli etkenlerden biri olmuştur.
Tabanı tarafından içinden gelmiş olduğu Milli Görüş çizgisinden taviz vermekle suçlanan AKP, bir yanda Avrupa Birliği’ne uyum yasaları ile boğuşurken, öte yanda Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, Ermenistan ile olan ilişkiler, 2008 Eylül’ünde patlayan küresel finans krizi ile de uğraşmak zorunda kaldı. Bu dönem boyunca Türk – İsrail ilişkilerinde görülen dalgalanmaları belki de bütün bu gelişmelerin perspektifinden bakmak gerekir.
Örneğin AKP durup dururken ve Türkiye – İsrail ilişkileri daha bu denli sıkıntılı bir dönemde değilken, neden Hamas liderlerini Ankara’ya davet etmişti? Neden Hamas’ı misafir etmişti de, FKÖ’yü es geçmişti? Bunda FKÖ’nün sosyalist geçmişi olan bir örgüt olması mı, İsrail ile yürüttüğü barış görüşmelerinde bir ilerleme sağlanamaması mı etkili olmuştu?
Başbakan’ın son beyanatları, Hamas’ı özgürlük savaşçısı olarak gördüğü ve Filistin halkının seçilmişi olarak onun resmen tanınmasını beklediği yönünde. Ancak bu aşamada, Hamas’ın İsrail’i barış yapılması gereken bir devlet olarak görmediğini, hatta hiçbir şekilde tanımaya bile yanaşmadığı da biliniyor. Aynı şekilde, Hamas’ın FKÖ ile olan nefret dolu ilişkisine değinilmiyor. Oysa tüm siyasi gözlemciler, en çok gruplar arasında görülen bu anlaşmazlıkların Filistin sorununa zarar verdiği görüşünde birleşiyorlar.
İRAN FAKTÖRÜ
İran faktörü de muhtemelen Türk dış siyasetini şekillendiren başka bir unsur. Çok eski dönemlerden bu yana Osmanlı – İran ilişkileri genelde durağan konumda kalmıştır. Tarih boyunca birbirlerine siyasi ve askeri alanda üstünlük sağlayamayan bu iki ülke çareyi uzun soluklu mutabakatta bulmuşlardır. Türkiye’nin en eski sınırını İran ile paylaşıyor olması bir rastlantı olmasa gerek.
İran bugün otokratik yapısı ile yalnız çevresindeki ülkeleri değil tüm dünyayı endişelendiren bir siyaset kovalamakta. Nükleer heyecanı bir yana İsrail’e karşı geliştirdiği retorik düşündürücü olmaktan öte, korkutucu. İşte bu İran’ın Irak’taki dengesizliği ortadan kaldırmaya soyunması, Suriye üzerinden Lübnan’daki Hizbullah’a ve Suni olmasına rağmen radikal bir söylemde buluştuğu Hamas’a destekte bulunması da Ortadoğu’daki dengeleri sarsacak nitelikte. Nitekim başta Mısır olmak üzere hiçbir Arap başkenti İran’ın bölgede güçlenmesini, en azından sokakta zemin kazanmasını hoş karşılamıyor. Filistin sorununun bir Arap sorunu olmasından hareketle, Araplar tarafından çözülmesi gerektiği noktasında buluşuyor ve orada kalıyorlar.
Ancak, şunu da hemen belirtmek gerekir ki hiçbir Arap başkenti Filistin’deki Arap mülteci sorununun çözümüne, burada olanaksız şartlar altında yaşayan insanların refah düzeylerinin gelişmesine ya da siyaseten kendilerini yönetme hakkına kavuşmalarına yardımcı olmadılar. Temelde bu üzerinde durulması gereken bir sorundur.
Peki, Türkiye’nin bölgeye olan ilgisi birden neden arttı? Neden Türkiye buradaki çabalarını İsrail ile el ele sürdürme niyetinde değil? Neden El-Fetih üzerinden değil de Hamas üzerinden?
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun önerdiği komşularla sıfır sorun, İsrail ile olan ilişkilerin feda edilmesi gerektiğinin belirleyicisi midir? Türkiye’nin batı ile İran arasındaki ilişkileri yumuşatma adına hareket etmesi, bölgesinde kavga istememesine bağlanabilir ve bu son derece gerçekçi bir girişimdir. Ancak bunu yaparken, İran’ın ideolojik olarak nefret söylemi geliştirdiği İsrail’e mesafeli durmak bir o kadar yanlıştır, diye düşünüyorum.
Öte yandan, İsrail tarafında da sıkıntılar az değil:
Hizbullah’a karşı girişilen ve çok da başarılı olmayan askeri harekât ile Hamas’ın güney bölgesine gönderdiği binlerce Kassam roketi, 2009 seçimlerinde, İsrail halkının oylarını ciddi bir şekilde böldü. Livni liderliğindeki Kadima Partisi en yakın rakibinden bir sandalye fazla çıkarmış olmasına rağmen, koalisyon görüşmelerinde Liebermann ile ortaklık kurmayacağını açıklayınca, bunu Likud ve lideri Netanyahu yaptı ve ortaya son yılların en gözü kara hükümeti çıktı.
Şimdi temelde görülen sorun, Netanyahu – Liebermann – Barak ortaklığının ne yapacaklarının belli olmayışıdır. Sandalye krizi bunun bir belirtisidir. Barış Gemisi olayı da sıkıntıların nerelere kadar tırmanabileceğini - veya daha doğru bir şekilde ifade etmek gerekirse – tırmandırılabileceğini göstermektedir.
Tarihleri boyunca, Türkiye ile İsrail ilk kez bu olayla karşı karşıya gelmişlerdir. Ortadoğu’nun iki demokratik gücü, düne dek askeri, güvenlik, ticari, kültürel anlamda birbirlerini sarmalayan bu iki ülke ilk kez, geri dönüşü sıkıntılı ve çokça zaman alacak bir yola girmişlerdir.
İsrail, krizi son derece beceriksizce yönetmiş görünüyor. Geçmişinde birçok askeri başarıya imza atmışken, Mavi Marmara gemisine girişilen harekât her açıdan kocaman bir fiyasko. Olaylar esnasında ölümlerin meydana gelmesi ise işi her açıdan daha problemli ve üzücü kılmaktadır.
Filistin’de yaşanan dramı görmezden gelmek elbette ki olanak dışıdır. Ancak buna son vermek adına, sonu felaketle bitebilecek senaryolara sebebiyet vermek, en azından sorumsuzluktur. Filistin halkına götürülecek yardımın şekli, niteliği uluslararası anlaşmalar yolu ile belirlenmiştir. Nitekim Başbakan’ın ifade ettiği gibi Türkiye bunu Kızılay yolu ile yapmakta ve kimse buna itiraz etmemektedir. Çok değil, birkaç ay evvel Mısır üzerinden götürülen yardımlarda da benzer sıkıntılar yaşanmış, bu kez Türkiye ve Mısır karşı karşıya gelmiş, siyasilerin araya girmesi ile olaylar kontrolden çıkmadan yatışmıştı. Bu anlamda Mavi Marmara olayı İsrail için de Türkiye için de iyi olmamıştır. Kimi yorumcuya bakacak olursak her iki devlet de fena halde tuzağa düşürülmüştür.
Bugün gelinen noktada suçlu aramak nafile. Belli ki her iki taraf da sıkıntılı, yapılan yanlışların farkında… Umalım ki taraflar gerçek yarınlarının ne yönde olduğunu anlarlar. İsrail kendisini yalnızlaştıran politikalarından vazgeçer, Türkiye de bölgede istikrara katkıda bulunmak adına dış siyasetini gözden geçirir ve Filistin sorununda hakem olmanın yollarını arar…
Kaynakça
One Palestine Complete-Tom Segev
Paris 1919-Margaret Macmillan
Türkiye İsrail İlişkilerinde Dönüşüm-Gencer Özcan
Israeli Turkish Relations: New Directions-Paul Scham
Yazının ilk bölümü için tıklayınız:
https://www.salom.com.tr/news/detail/15886-TURK-ISRAIL-iliskilerden-Yansimalar-2010.aspx