Nuia Mana
Ben aslında ‘siyasal psikoloji master’ı yaptım. Hep spritüel konularla ilgili yazıyorum ama formasyonum uluslararası ilişkiler lisansı, onun üzerine de siyasal psikoloji master derecesi.
Master öğrenciliği döneminde en çok dikkat edilen konulardan bir tanesi medyanın devlet televizyonu haricinde kâr amacı güden kuruluşlardan oluştuğu, para ve reyting için her şeyin yapılabileceğiydi. Teröristlerin genelde saldırıları sabah saatlerinde yapıp, medyaya ertesi gün gazetelerine haber yetiştirecek zaman bırakmaları ve televizyonlara da bütün güne sığacak malzeme verdikleri. Medya kötü haber sever, kötü haber reyting alır. Kısacası medya kâr amacı güderken, başka amaçlar güdenler medyayı bedavaya kullanırlar. Medya en canlı bombadır.
İkinci önemli konu, iyi-kötü kavramıyla ilgiliydi. Herkes kendini iyi, karşındakini kötü diye algılar. Kendi tarafı iyidir, öteki taraf kötü. Hatta başkalarının kötü olması kişileri iyi hissettirir. Gerçeklikten uzak, tamamen bir zihinsel tatmindir bu. Hele hele kendi toplumunda problemler varsa, yani özellikle özgüven düşükse ve toplumun kendini iyi hissetmeye ihtiyacı varsa, o zaman başkaları kötü olduğunda toplum rahatlar. Problemlidir ama en azından kendini iyi bilir. Savaşlarda iki taraf da bu düşüncelere sahiptir. Kendi tarafı iyidir, öbür taraf kötü. Herkesin hakli olduğu kimsenin aklına gelmez.
Siyasal psikolojinin en ilginç noktalarından bir diğeri ise, öldürme psikolojisi. Eğer düşman insandan öte ya da insandan daha aşağılık olarak askerin ya da teröristin kafasına işlenebilirse, o zaman öldürmek kolaylaşır. Ne de olsa öldürülen insan değildir. Öldürülen kişiye bir kez kardeş gibi bakabilirsek, hani o da insan ırkından ya, o zaman öldüremeyiz. Bazen bu yüzdendir ki intihar bombacılarına belirli ilaçlar ve uyuşturucular verilir. Çünkü bir anlık kardeşlik hissi o kişiyi yapacağı işten vazgeçirmeye yeter. Bu işi ayık yapan askerlerin ise ordudan ayrıldıktan bazen elli sene sonra bile depresyon, kâbuslar, hatta akıl hastalığıyla bile karşılaştıkları bilinir. Kısacası savaşta kazanan yoktur. İki taraf da insanlığından olur.
Dördüncü ilginç nokta ise… Politikayla ilgilenenler genelde kendi içinde güçsüz hisseden kişilerdir. İçsel özgüvenden yoksundurlar. Hayata güvenmezler, onu kontrol etmeye kalkarlar. Çok kez örneğini de gördüğümüz üzere, bu ‘dışsal politik’ güce kavuşanlar ceplerini de doldurmayı ihmal etmezler, çünkü cebin derinliği fani dünyada belirli güçlere eşittir. Bu laflarım kimi politikacılara ya da ülkelere değil. Dünyanın her yerinde politikayla ilgilenenler genelde üç kişilik yapısından birine sahiptirler (ya da o yapı baskındır). Narsisist, obsesif-kompulsif ve paranoyak.
En iyi diktatörler paranoyaklardan çıkar. Kim var, kim yok temizlerler. Obsesif-kompulsifler genelde demokrasilerde başa gelirler. Bunlar da genelde kriz anında karar veremeyen, kendine yüz tane danışman tutan insanlardır. Kabine, meclis gibi mekanizmalar bunlara zaman kazandırır, daha çok detay düşünmeleri için vakit sağlar. Narsisistler ise ülkeyi geliştirmek için çok uğraşırlar ama aslında kendi içlerindeki çocukluk yarasıdır güzelleştirmeye çalıştıkları. En büyük ‘pozitif’ devrimciler, modernleştiren unsurlar bu sonuncu kişilik yapısına örnektir.
Master öğrenciliğim sırasında hocam CIA’nin siyasal psikoloji bölümünü kuran Jerrold Post idi. Politikacıların kişilik profillerini çıkarmış, kimin hangi durumda nasıl davranacağını tespit eder ve o kişi sanki Doktor Post’un senaryosunu okumuş gibi aynen o şekilde davranırdı. Çünkü kişiliğin dışına çıkmak muazzam spritüel çalışmalar gerektirir. Kişiliğin getirdiği bariyerleri, duvarları kırmak “profesyonel spirituelizm” gerektirir. Bu da politikacıların toplantıdan toplantıya koştukları dünyada mümkün değildir. Kişilik yapıları neyse, o olarak kalır. Otuzunda neyse altmışında da aynı tepkileri verirler.
Spritüellikten bahsetmeyecektim bugün ama… Yine sonu oraya geldi.
Sevgide kalalım.