İstanbul, 16 Haziran Çarşamba akşamı son yılların parlayan yıldızı Amerikalı piyanist Simone Dinnerstein’ı MKM’de, İstanbul Resitalleri’nin kapanış konserinde ağırlıyor
İnanılmaz bir cesaretle öncelikli olarak kendi imkânlarıyla kaydettiği Bach’ın Goldberg Çeşitlemeleri, 2007 yılında TELARC tarafından keşfedilerek satışa sunulduğu hafta içerisinde Billboard Classic listesinin tepesinde ve New York Times, Los Angeles Times, New Yorker, itunes, amazon.com, Barnes & Noble’ın en iyi kayıtları arasında yer aldı. Aynı kayıt ertesi yıl (2008) Fransa’nın prestijli Altın Diapason Ödülü’ne layık görüldü. Simone Dinnerstein’ın önlenemez yükselişi işte böyle başladı. Dinnerstein Juilliard’dan efsanevi piyanist ve pedagog Rudof Serkin’in oğlu Peter Serkin’in öğrencisi olarak mezun olmanın yanı sıra, Londra’da geçtiğimiz yüzyılın kendine has okulunu yaratmış en önemli piyanisti Arthur Schnabel’ın öğrencisi Maria Curcio ile de çalıştı.
Ressam bir babanın ve öğretmen bir annenin çocuğu olarak 1972 yılında dünyaya gelen Simone Dinnerstein ile hiç ummadığı, hatta artık böyle bir şeyin olası olmadığını düşündüğü bir anda sıra dışı bir şekilde gelişen kariyeri ve hayatı üzerine geçen hafta Brooklyn, New York’taki evinden görüştük.
Biyografinizi okuduğumda 8 yaşında bir oğlunuz olduğunu gördüm. Kariyerinizin doğum yapmanızla eş zamanlı olarak tırmanışa geçtiğini göz önünde bulundurduğumuzda eş, anne, uluslararası piyanist rollerini usta bir jonglör gibi başarıyla çeviriyorsunuz. Nasıl başarıyorsunuz?
Harika bir kocam var!
Ben de öyle tahmin etmiştim… (gülüşmeler)
Eşim oturduğumuz bölgenin devlet okulunda beşinci sınıf öğretmeni. Oğlum da onunla aynı okulda öğrenci… Aslında doğumla birlikte hızlanan bir kariyerin yalnız bana özgü olmadığını düşünmüyorum. Bu olguyu aynı şekilde farklı alanlarda çalışan başka kadınlarda da gözlemledim. Mahallemde yaşayan diğer anneler de benimkine benzer deneyimler yaşadılar. Aslında buna verilecek tam bir cevabım yok. Sanki bir çocuğun doğumuyla çok daha odaklı ve etkin çalışarak, bir sürü şeyi daha kısa zamanda yapmak zorunda kalıyorsunuz. Çünkü zamanınızı çocuğunuz/aileniz ve kariyeriniz arasında paylaştırmak zorunda kalıyorsunuz. Ben de oğlumun doğumundan sonra çok daha verimli çalıştığımı düşünüyorum.
İlk kaydınız olan Bach’ın Goldberg Çeşitlemeleri’nin kaydını kendiniz finanse ettiniz? Ciddi cesaret gerektiren bu işe nasıl soyundunuz?
Bu kaydı yapmayı gerçekten çok istiyordum. Beni ve gelişimimi yıllar boyunca takip etmiş üç arkadaşım bu projeye destek olarak kaydı gerçekleştirmemi sağladılar.
Carnegie Hall’daki ilk resitalinizi de bir şekilde kendiniz organize etmişsiniz…
Goldberg Çeşitlemeleri kaydını, henüz satışa sunulmadan, görüşlerine güvendiğim, müzik endüstrisinin önde gelen isimlerine ilettim. Ve hepsi ağız birliği etmişçesine beni bu müziği canlı olarak yorumlarken dinlemek istediklerini belirtti. Bu esnada bir şekilde bu kayıttan bir bölüm dinlemiş olan bir İsrailli beni arayarak bana kariyerimde yardımcı olmak istediğini söyledi. İnanılmazdı, çünkü kendisini hiç tanımıyordum. Bunun üzerine bu kayıtta yer alan eseri canlı seslendirmemin şart olduğunu belirttim kendisine. O da Carnegi Hall’deki resitalimin sponsoru oldu. Resital biletleri hemen tükenmekle kalmayıp, New York Times’ta yer alan eleştiri, kariyerimin gerçekten başlamasını sağladı. TELARC kaydımı satış ve dağıtımını üstlendi.
Neden Bach ve Goldberg Çeşitlemeleri? İstanbul’daki resitalinizde de İngiliz ve Fransız Süitlerini çalacaksınız. Bach’a olan özel bir ilginiz mi var?
Bach benim, gerek dinlemeyi gerekse çalmayı en çok sevdiğim besteci. Müziği sanattan talep edeceğiniz, ihtiyacınız olan her şeyi içeriyor. Kendimi bir Bach uzmanı olarak nitelendiremem. Bach’ı çok da Katolik olmayan, alışılagelmişi ‘skolastik’ formatına uymayan bir şekilde çalıyorum/yorumluyorum. Bana göre Bach’ın müziğinde müzik diliyle yazılmış çok insani ve derin bir hayat felsefesi var. Bach çok geniş bir palette, müziğinde her türlü duyguya farklı tonlamalarda yer vermiş.
Sevdiğiniz Bach yorumcuları kimler?
Bu cevaplandırılması zor bir soru… Tabii ki Glenn Gould. Ancak bunun yanı sıra Fransız caz piyanisti Jacques Loussier’yi çok beğeniyorum.
İstanbul’da Bach, Schubert ve Lasser’in eserlerini seslendireceksiniz. Lasser’in eserlerini tanımamakla birlikte bunlar birbirinden çok farklı sanki…
Programda yer alan tüm eserlerin kesinlikle aralarında bir bağlantı var. Müzik mimarisi açısından baktığımda her eser kendi içinde küçük parçalardan oluşuyor. Schubert’in dört Impromptu’sünü bir set olarak çalıyorum ve sanki bir sonatmış gibi geliyor bana. Gerek Fransız Süiti gerekse İngiliz Süiti de küçük küçük bölümlerden oluşuyor. Form açısından baktığımda ben küçük küçük yapıtaşlarının bir araya gelerek daha büyük yapıları oluşturduğu eserleri seviyorum. Tını açısından baktığımda ise her ne kadar eserler üç ayrı döneme ait olsalar da, hepsi çok lirik ve ‘vokal’. Üç bestecinin de eserleri ‘nefes’ alıyor ve ‘dans’ ediyor.
Daha önce kaydettiğim ve çalmayı çok sevdiğim Lasser’in bestesi 21. yy’da piyanonun tüm olanakları kullanılarak enstrümanın tüm renklerini ortaya koymak üzere yazılmış çok özel ve sıra dışı bir eser. İçinde Bach’ı andıran elementlerin yanı sıra, Fransız empresyonistlerini, cazı da barındırıyor.
Klasik müziğin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Açıkçası gidişat beni korkutuyor…
Evet, klasik müzik dünyası daralıyor. Bence biz sanatçıların temel görevlerinden biri de klasik müziği yaygınlaştırmak. Bunun için de farklı yollara başvurulabileceğini düşünüyorum. Artık 19. yy.da yaşamıyoruz. Dolayısıyla konser kavramı da o zamana göre artık farklı. Dolayısıyla bu duruma adapte olmak gerekli. Bunu da seyirciyle konuşup doğrudan iletişim kurarak ve daha az formel ortamlar yaratarak başarabileceğimizi düşünüyorum. Bunun yanı sıra konser salonlarının dışında normalde konserlerin olmadığı yerlerde konser vermek de bir çözüm. Örneğin; mahallelerde, okullarda… Ben ABD’de çok farklı şehirlerde ve çok sıra dışı yerlerde konserler verdim: kütüphanelerde, belediye merkezlerinde, hatta birkaç hapishanede…