Üç ilginç film

63. Cannes şenliği son yılların en sönük, en heyecansız festivali olmasıyla derin düş kırıklığı yarattı. Yarışma dışı gösterilen bazı filmler, kaliteleriyle, parıltılarıyla festivale renk kattılar. Bu yazımızda bahsedeceğimiz iki film, İngiliz romantik komedisi “Tamara Drewe” ile belgesel ustası Lucy Walker’in “Countdown To Zero”su bu sürpriz filmlerden.

Viktor APALAÇİ
30 Haziran 2010 Çarşamba

Kapanış Galası’nın filmi olan “Ağaç”, 63. festivalin konseptine uyum sağlayan sönüklükteydi

Sinema endüstrisinin sağlıksız, kısır bir dönem geçirdiği bir gerçek. Yarışmaların sinema endüstrisinin bir aynası olduğunu, Cannes’da ödül listesine giren vasat filmlerden görüyoruz. Yarışma dışı gösterilen bazı kaliteli filmler ise, düş kırıklığı yaşayan Cannnes müdavimleri için teselli oldu. Bu yazımızda bu teselli armağanlarının ikisinden söz edeceğiz.

KEYİFLİ ROMANTİK KOMEDİ

Prestijli İngiliz yönetmen Stephen Frears, yarışma dışı gösterilen “Tamara Drewe” ile ülkesini Cannes’da yarışan vatandaşları Ken Loach ve Mike Leigh’ten daha iyi temsil etti.

“Tehlikeli İlişkiler / Dangerous Liaisons” ile ünlenen, dört önce “Kraliçe / The Queen” ile hayranlığımızı kazanan 69 yaşındaki yönetmen “Tamara Drewe” ile izleyicisini eğlendirmeyi amaçlıyor.

Bu keyifli toplumsal eleştiride Frears, komedi türünde de başarılı olabileceğini kanıtlıyor. Guardian yazarlarından Posy Simmonds’un çizgi romanından, Moira Buffini tarafından senaryolaştırılan “Tamara Drew”, Thomas Hardy’nin “Çılgın Kalabalıktan Uzak” adlı klasik başyapıtının modern bir uyarlanması.

Stephen Frears bu zengin konulu çizgi romanın renkli insan portreleri resmi geçidinden, toplumun çeşitli sosyal sınıflarına mensup insanları üzerine ilginç tespitler yapıyor.

Filmin konusu, Londra banliyösünde yeşillikler ve ormanlar arasında inşa edilmiş huzur dolu bir pansiyonda geçer. Bu sakin coğrafyanın müdavimleri ilham kovalayan yazarlardır.

Pansiyon sahibi karı-koca, dostluk ilişkileri içinde yaşadıkları müşterilerine, romanlarını yazabilecekleri huzurlu ortamı sağlamak için ellerinden geleni yaparlar.

Yeni yaptırdığı burnuyla kasabaya dönen Tamara Drew erkeklerin yüreğini hoplatan genç ve güzel bir gazetecidir. Bu 21. yüzyıl Londra amazonun annesinin yaşadığı kasabaya dönüşü otel sakinleri için başlı başına bir olaydır. Best seller yazarından, yaratma sıkıntısı içinde kıvranan kabız yazarına, Tamara’nın gençlik aşkı yakışıklı bahçıvandan, kasabaya konser vermeye gelen rock yıldızına kadar herkes genç kızın cazibesine kapılmıştır.

Burnundan kıl aldırmayan, kendini dokunulmaz addedilen mağrur rock starıyla otelin çapkın sahibininin kolları arasında gidip gelen Tamara’nın aşk serüveni filmde romantik komedi kalıpları içinde işlenmiş.

Çapkın kocasının kaçamaklarına göz yummak durumunda kalan otelin işbilir sahibesi, kendisini gizliden gizliye seven dürüst bir yazar ile yeni bir hayata atılma kararı alır.

Filmin müziğini (bu yıl yarışma jürisinde de yer alan) ünlü Fransız besteci Alexandre Desplat hazırlamış. Desplat, Frears’in “Kraliçe” filmiyle En İyi Müzik dalında Oscar adayı olmuştu.

SÖNÜK BİR KAPANIŞ FİLMİ

“Ağaç – L’Arbre” sönük ve renksiz geçen 63. festivalin konseptine uyum sağlayan sönüklükte bir Kapanış Gala’sı filmiydi. Yönetmen Jean-Louis Bertucelli’nin baba mesleğini seçen kızı Jülie’nin, senaryosunu yazıp yönettiği “Ağaç”, tamamı Avustralya kırsalında geçen bir duygusal film.

İlk filmi “Otar Gidince / Depuis qu’Otar est Parti” ile dikkati çeken 42 yaşındaki genç yönetmen, “Ağaç”ın konusunu Judy Pascoe’nun “Babanın Ağacı / L’Arbre du Pére” adlı romanından almış.

Bir aile dramını anlatan konusuyla filmin kahramanları devasa bir incir ağacının gölgesindeki evlerinde yaşayan dört çocuklu bir aile. Aile reisi Peter’in ani ölümüyle sarsılan anne Dawn ve çocukları bu drama değişik tepkiler verirler.

Hayata tutunma ve yeni bir hayata başlama konusunda aile içinde en olumlu tepkiyi küçük Simone verir. Taptığı kocasının kaybıyla yıkılan annesinin ve ne yapacaklarına karar veremeyen kardeşlerinin aksine, Simone hayata tutunmak için ilginç bir yöntem bulur: Babası ölmemiştir, ağacın içinde, hayatını sürdürmeyi yeğlemiştir.

Zamanla toparlanan Dawn kasabada kendine bir iş bulur. Mağazanın yakışıklı sahibi, güçlü kuvvetli tesisatçı ile bir gönül ilişkisi yaşar. Ölenle ölünmez, hayat devam edecektir ama işler zannedildiği kadar kolay çözümlenmeyecektir. Kökleriyle evin temellerini tehdit eden dev incir ağacı, müthiş bir fırtına sonrası evin üstüne yıkılır.

Dawn için yapılacak tek şey kalmıştır. Ağacı kestikten sonra, oturulmaz hale gelen evi terkedip, çocuklarıyla kendilerine yeni bir hayat kurmak için başka yerlere göç etmek.

“Deccal / Antichrist” ile geçen yıl Cannes’da En İyi Aktris Ödülü’nü kazanan Charlette Gainsbourg “Ağaç” filminin de en büyük kozu. Genç kuşağın en karizmatik oyuncularından biri olduğunu doğrulayan müthiş performansı “Ağaç”ı sıradan bir film olmaktan kurtarmıyor. Julie Bertuccelli’nin sıradan ve ağır anlatımı kırsal hayatın sürprizler barındırmayan monoton akışına karışınca, “Ağaç” izlenmesi zor (hatta sıkıcı) bir film olarak zihinlerde kalıyor.

NÜKLEER SİLAHLANMA TEHDİDİ

Dünyanın geleceğiyle ilgili sorunlara eğilen belgesel ustaları her yıl Cannes Film Festivali’nde seslerini duyurmayı sürdürüyorlar. 2 yıl önce Al Gore çevrecilikle ilgili bir belgeselde Cannes’da adını duyurmuştu. Bu yıl, İngiliz olduğu halde kariyerini ABD’de sürdüren kadın yönetmen Lucy Walker “Countdown To Zero” ile Cannes’da ilgi odağı oldu.

Büyük ilgi gören belgeselinin basın konferansında Walker’in yanında, Ürdün Kraliçesi Nur ile CIA’den uzaklaştırlımsıyla adını tüm dünyaya duyuran Valerie Plame Wilson vardı.

Film günümüzdeki nükleer sihlanmanın tırmanışı üzerine etkileyici bir belgesel. Lucy Walker’in senaryosunu yazıp yönettiği film, günümüzde nükleer silahların yarattığı tehlikeleri, insanlığın karşı karşıya olduğu tehditleri gözlere seriyor. Bu konuda söz sahibi ünlü politikacılarla yapılan söyleşilere yer veren filmde, Jimmy Carter, Mikhail Gorbaçov gibi eski devlet başkanlarını, Robert Mc Namara gibi güçlü bir savunma bakanıyla ölümünden evvel yapılan söyleşiyi, güvenlikten sorumlu Zbigniew Brzezinski, Pakistanlı Perviz Müşerref, CIA uzmanı Valerie Plame Wilson gibi konunun uzmanlarının görüşlerini izledik.

Atom bombası soğuk savaş yıllarının (1945-1991) en korkunç tehdidiydi. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, dünya atom bombası tehlikesinden kurtulduğu gibi yanlış bir algılamaya kapıldı. Son yıllardaki nükleer silahlanmadaki tırmanış korkunç boyutlara ulaştı.

Dokuz ülkeninbu silaha sahip olduğu, kırkının da sahip olma kapasitesinde olduğu biliniyor. Siyasi güçler bu tehdidin altından kalkmanın formüllerini çözme peşine düştüler. İnsani hatalardan kaynaklanabilecek tehdit hâlâ geçerli. Terörist güçlerin uranyumun parçalanması ve ağırlaştırılması ile ilgili araştırmaların peşinde olduğu biliniyor.

Lucy Walker, bu kapsamlı araştırmasında, siyasilerin insanlığı tehdit eden bu tehlikeden kurtulmak için giriştikleri yoğun çabaları dile getiriyor. Walker, Cannes’daki hayranlarını yalnız zekasıyla değil, kusursuz fiziği ve güzelliğiyle de fethetti. Kraliçe Nur ise rahatlığıyla, hitabetteki ustalığıyla, konunun uzmanı olduğunu sergeliyen birikimiyle ilgi odağı oldu.

Valerie Plame Wilson’un CIA’den uzaklaştırılmasını anlatan “Fair Game” 63. festivalde yarışan tek Amerikan filmiydi. Başroldeki Naomie Watts oyun gücü ve kirzmasıyla Cannes’da ilgi odağı olmuştu.