Rüya takım ruhunuz için ilk defa bir arada!

Rina ALTARAS- Rubi ASA
30 Haziran 2010 Çarşamba

Mendelssohn’un üçlü için iki sonatını seslendirmek üzere bir araya gelmiş olan Itzhak Perlmann, Yo-Yo Ma ve Emmanuel Ax’ın kaydını dinledikten sonra, dünyaca tanınmış Beaux Art Üçlüsü’nün yarım yüzyıldan fazla itici gücü olmuş piyanisti Menahem Pressler  bile, “Geçici olarak bir araya gelen, bireysel olarak kendini kanıtlamış üç iyi müzisyenden bir üçlü olmaz!” görüşünü daha fazla savunamaz ve önyargılı düşündüğünü itiraf ederdi diye düşünüyorum.

Robert Schumann,  16 yaşında bestelediği yaylı çalgılar okteti ve ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’ ile Mendelssohn’u romantik çağın Mozart’ı olarak nitelendirirken, “O, çağımızın çelişkilerini herkesten dahi iyi kavrayıp, bunları bir potada eritebilen ilk sanatçıdır” diyor. Piyanist Emmanuel Ax, Mendelssohn’un müziğini  “Sanki nasıl bir insan olduğunun yansıması: derinden etkileyen, ilham dolu ve yüce gönüllü” olarak tanımlıyor.

Ax, Perlmann ve Ma, Mendelssohn’un 200. doğum yıldönümü sebebiyle, üçlü için iki sonatını 2009 Mart’ında Carnegie Hall’da, sonra da 2010 Şubat’ında Lincoln Hall’de televizyondan canlı yayınlanan bir konserde seslendirdi. Sony’den çıkan bu kayıt da bu iki başarılı deneyimin doğal bir uzantısı oldu. Doğrusu eski arkadaşların bir araya gelerek müzik yapması genelde sıra dışı sonuçlar doğurur. Bir de söz konusu üç eski arkadaş bu seçkinlik ve kalibrede müzisyenler de olunca sonucun gerçekten sıra dışından da öte olması kaçınılmaz.

Her ne kadar Yo-yo Ma çok sık Ax’ın piyanosu eşliğinde, her ikisinin de mentoru olan Isaac Stern ile çalmış ve kayıtlar gerçekleştirmiş olsa da, Perlman’ın oda müziği deneyimi daha kısıtlı. Doğrusu burada üçlü, Stern’in hayaleti ile rekabet ediyor desek yalan olmaz. Ancak son derece başarılılar. Gerek Ma gerekse Perlman son derece ‘hafif’ ve ‘akıcı’ çalıyor. Tınıları Mendelssohn’un erken romantik dönemine son derece uygun, ‘köşelerden’ ve ‘sertlikten’ yoksun. Ma ve Ax yılların dostluğu ve beraber çalmanın alışkanlığı ile sanki aynı şeyi düşünüyor, hissediyor ve ‘bir’mişçesine nefes alıyor. Perlman ise, bu iki birbirini çok iyi tanıyan arkadaşla ilk kaydı olmasına rağmen, ekibe ‘cuk’ diye oturuyor. Bu sıra dışı üçlü, Mendelssohn’un olgunluk çağı eserleri olan üçlülerdeki tutkuyu, dramı, lirik şiirselliği ve büyüleyici hafifliği ortaya koyarken, özgürlüklerinde tedbiri elden bırakmamalarına rağmen her daim spontan tınlıyorlar. Ve her şeyden önemlisi bu harika üçlünün birlikte müzik yapmanın ve birbirlerinin varlıklarından duydukları keyif her notada hissediliyor.

Bu kaydı dinledikten sonra “Bir de Beethoven, Schubert, Brahms üçlülerini çalıp kaydetseler” diyor insan kendi kendine. Hatta bir adım daha ileri giderek bu rüya takıma Zuckerman, Kashkashian veya Loredo’dan biri eklense de Mozart’ın ve Brahms’ın piyanolu dörtlülerini çalıp kaydetse… Neyse dilemek, istemek serbest. Ne demişler “İsteyenin bir yüzü kara, vermeyen zenci!”, bir umut belki bir duyan olur…

Claude Debussy’ den enfes bir  ‘Pelleas ve Melisande’

Manuel Debussy ile döneminin en güzel sesli opera sanatçılarından Victorine’nin beş çocuğundan biri olarak 1862 yılında doğan Claude Debussy, müzik dünyasına sanatta izlenimci akımın en etkin olduğu dönemde geldi.

1873 yılında okulu bitirerek Paris Konservatuarı’na girdi. Orada A.Marmontel’den piyano, Lavignac’dan solfej, E.Durand’dan armoni, C.Franck’dan org ve Guiraud’dan bestecilik dersleri aldı. Renklerin izlenimci dünyası Monet, Degas, Pisarro ile sürerken edebiyatta da Viktor Hugo, Emil Zola’nın öncülük ettiği Natüralizm akımı yerini izlenimci etkiye bıraktığı bir dönemde, Debussy bestelerinde bu etkiyi sözcükler kadar etkili kullanmış ve müzik dünyasını etkilemiştir.

1877’de Paris Konservatuarı’nı bitiren sanatçı, katıldığı piyano yarışmalarında ödüller kazandı. Döneminin zengin soylularından olan Von Meck, bütün giderleri ödeyerek 1880’de Debussy’yi Moskova’ya davet etti.

1890’lı yıllarda gerçek izlenimcilikle orkestra eserleri yazmaya başladı. Şair Mallarme’nin bir çoban öyküsünden esinlenerek yazdığı ‘Bir Doğa Tanrısının Öğleden Sonrası’ adlı yapıtı müzik eleştirmenlerince bir başyapıt olarak kabul edildi.

1902’de Belçikalı şair M.Maeterlinck’in piyesinden esinlenerek ilk operası ‘Pelleas ve Melisande’ adındaki beş perdelik yeni bir müzikli dram yarattı. İlk sahnelenişi 30 Nisan 1902’de olan ve Paris’te oynandığında hak ettiği ilgiyi göremeyen bu dev eser, daha sonraları Fransa’da oynandı ve çok beğenildi.

Onun müziği, kırılgan, donuk zaman zaman belirsiz olarak sınıflandırılır, ardında bir tül perdeden seçilemeyen nesnelerin ışıkla değişen etkisi var gibidir. Bu izlenimci etki bestecinin değişken duygu dünyasını yansıttığı gibi yorumcuya da farklı bir etki alanı sağlar.

Konusu kısaca şöyledir; Ormanda kaybolan Mélisande, yakışıklı bir Prens olan Golaud tarafından bulunur ve onun karısı olur. Ama o, prensin genç üvey kardeşi Pelléas’a ilgi duyar. Sıcak bir yaz gecesi, Mélisande uzun saçlarını tarar ve Pelléas’e kur yaparken saçlarına sarındığı durumda, Golaud onları suçüstü yakalar; aşk, kıskançlık, tutku ve umudun izlenimci bir etki ile anlatıldığı lirik bir eserdir.

Claude Debussy, Maurice Maeterlinck’in şiirsel dramının, müziğe ölçülü olma, aktörlere ise şarkı söyleme imkânını veren gizeminden ve mahrem atmosferinden çok etkilenmişti. Pelléas et Mélisande, lirik sanat anlayışını derinden sarsan devrimci bir eserdir.

 Laurent Pelli’nin orkestra şefliğinde Virgin Clasics’den çıkan DVD’de Natalie Dessay soprano, Laurent Naouri tenor ve Stephane Degout ile Bertrand De Billy, rolleri paylaşıyorlar. Gerek kayıt kalitesi gerek sahne performansları bu günlerin en etkili seçkisi…