Bir süredir dünya ekonomik bir çalkantı yaşıyor. Uzun zamana yayılacağa benzer bu sıkıntı, özellikle Avrupa kıtasının oturmuş olduğu sanılan ve dolayısı ile bizim gibi ülke insanları tarafından hâlâ zaman zaman gıpta edilen sosyal düzenini allak bullak ediyor.
Bu öylesi bir düzendir ki, Fransız Devrimi ile başlayan kavurucu süreç ile harmanlanmış, birçok savaşta çekilen acılarla, akıtılan kan ve gözyaşı ile zenginleştirilmiş ve nihayetinde bir dengeye kavuşmuştur. Sosyal devlet tarafından garanti edilen, insan haklarına duyarlı, demokratik, çoğulcu, laik bir yaşam bu dengenin sonucudur.
Şimdi bu sosyal çatı sarsılıyor. Gazete sütunları, televizyon ajansları Avrupa Birliği’nin bir türlü birlik olamayışını içeren haberlerle dolup taşıyor. Güney Avrupa’nın toplumsal ve siyasi davranışları ile kuzey Avrupa’nın yaklaşımları bir türlü tutmuyor, halkların beklentileri örtüşmüyor. Buna bir de bazı devletlerin iflasın eşiğine gelmesi eklenince, başarısızlığın finanse edilmesi noktasında anlaşmazlıklar çıkıyor, sürtüşmeler yaşanıyor.
Oysa Batı Avrupa, sanayi devrimi ve sömürgeci hareketin yayılması ile birlikte, 19. yüzyılın ortalarından itibaren, bazı tarihçilerin adil olmadığı noktasında birleştikleri, yeni bir dünya düzeninin cazibe merkezi olur. Uzakdoğu’da Çin’in Japonya’ya karşı güç yitirmesi, Yakındoğu ve Doğu Avrupa’da Osmanlı Devleti’nin çöküşü, hak etmediği, en azından hazır olmadığı bir gücü, hiç beklemediği bir anda, Batı Avrupa’nın ayakları altına serer…
İmparatorlukların yükselmeye başlaması ile Batı Avrupa’da, dünya siyasetinin nabzını elinde tutan merkezler öne çıkar… Ondan öte, merkezi hiyerarşinin egemen olması ile birlikte, dikey şekilde gelişen uluslararası ilişkiler ve bu merkezlerden sömürgelere uzanan yatay etki alanları, emperyalizmin başarısını taçlandırır. Portekiz ve İspanya’nın Güney Amerika’da, Hollanda’nın Uzakdoğu ve Güney Afrika’da, Fransa ve İngiltere’nin ise, hemen hemen dünyanın her bölgesindeki etkisi bu durumu kanıtlar niteliktedir. Bu yolla el konulan birçok zenginlik batı Avrupa’nın çarkına su taşır, gücüne güç katar.
Rakam vermek gerekirse, 18. yüzyılın başlarında Batı Avrupa siyasi erki altında yaşayan nüfus 27 milyon kişidir. Bu sayı 1830’lara gelindiğinde 205 milyona, 1880’lerde 312 milyona ulaşır. Birinci Dünya Savaşı eşiğinde ise sayı 554 milyon olmuştur. Bu rakamlar, Avustralya, Güney Afrika, Kanada gibi yarı otonom ülkelerde yaşayan nüfusu kapsamamaktadır.
Dolayısı ile 20. yüzyılın başlarında, dünya nüfusunun önemli bir bölümü, sanayi devrimi ile zincirlerinden boşalmış güç merkezlerinin etkisi altında yaşıyor, zamanlarını onların siyasi ihtiraslarına ve ekonomik emellerine hizmet etmekle geçiriyordu. Fernand Braudel “La Dynamique du Capitalisme – Kapitalizmin Dinamiği” adlı kitabında, bu güç merkezlerini “uzun yolların çıkış ve varış noktası” olarak tarif eder. Bunlar, zenginliğin etkili olduğu, bilgiyi ve bilimi kendisine mahkûm eden, kolonyal paktın savunucusu merkezlerdir.
19. yüzyılın sonlarında Londra, üstünde güneş batmayan imparatorluğun başkenti olarak, bu sistemin en büyük odağı konumundadır. Kıta Avrupa’sında, bu yüzyıl boyunca yaşanan savaşların buradaki güç merkezlerini her anlamda yıpratmış olması, Büyük Britanya’ya bu onuru yaşatan nedenler arasında öne çıkar, hiç şüphesiz. Siyasi iktidarın kalbi olmasının yanı sıra, Londra, finans merkezidir, uluslararası pazarlıklarım sahnesi, yatırımların, ticaretin kesişme noktasıdır.
John Keynes, “Les Conséquences Economiques de la Paix – Barışın Ekonomik Sonuçları” adlı eserinde, 1914 öncesi Londra’sını şöyle karikatürize eder: “Londra’da yaşayan biri, sabah çayını yudumlarken, elinin altındaki telefonu ile dünyanın değişik bölgelerindeki ürünlere ulaşabilir, bunları satın alabilir ya da satabilir, sermayesini doğal zenginliklere veya uzak diyarlarda kurulmuş şu ya da bu firmalarda değerlendirebilirdi. Hizmetkârını komşu bankaya yollayıp dilediği kadar kıymetli metale sahip olabilirdi. Halkının geleneklerinden, dillerinden, dinlerinden habersiz, hatta bu konuda hiçbir kaygı duymadan, dünyanın en ücra köşesine dek gidebilir, orada yaşayanların saflıklarını, kendilerine sunacağı maddi zenginlikle yerle bir edebilirdi…”
İlk sarsıntı 1914’de
Lastik 1914’te patlar. Sürdürülebilir olmaktan çıkan tek eksenli küreselleşme yeni oyuncuların sahnede yerlerini almaları ile itiş kakış sürecine girer. Almanya’nın, uzun zamandır içinde biriktirdiği ve düzensiz aralıklarla belli etmeye çalıştığı rahatsızlığı Avrupa’yı kasıp kavuracak bir savaşa sürükler. Milliyetçiliğin ve militarizmin yeni şekli, 19. yüzyılın aksak düzenini yerle bir eder. Savaş, milliyetçi düşüncelerle kapitalist kaygıları karşı karşıya getirir. İmparatorluklar bir bir solmaya başlar. Savaş esnasında ve sonrasındaki barış görüşmeleri süreci, İngiliz muhafazakâr Lord Curzon’un dediği gibi “inanılmaz” gelişmelere sahne olur: Çarlık 1917’de çöker ve Bolşevizm, yeni bir yaşam şekli olarak sahnede yerini alır. Osmanlı ve Avusturya – Macaristan İmparatorlukları tarihe gömülür. İlkinin yerine Türkiye, ikincisinin yerine ise belirsizlikler geçer. Almanya’ya, Paris Barış Görüşmeleri sonucunda giydirilen deli gömleği bu toplumun bağrında basınç biriktirmeye devam eder. Savaştan muzaffer çıksa da Londra nüfuzunu Paris ve Washington ile paylaşmak zorunda hisseder. Wilson doktrini çerçevesinde irili ufaklı birçok etnik grup “toplumların kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi gerektiği” ekseninde bağımsızlık talebi ile Paris’e üşüşürler.
Neticede savaş sonrası toplanan konferanslar, imzalanan yüzlerce sayfalık anlaşmalar, kurulan Milletler Cemiyeti, dünyanın kanayan bölgelerinde – ve bu arada Ortadoğu’da – oluşturulan manda idareleri… Bunların hiçbiri sona eren savaşın müjdecisi olamadılar... Bilakis, ufukta beliren ve her anlamda ilkinden daha yıkıcı olmaya aday ikincisinin habercisi oldular.
İspanya İç Savaşı, İtalya’nın galip devletler sathında yer almasına rağmen iflas etmesi ve siyasi gücünü yitirmesi, Almanya’nın Weimar Cumhuriyeti altında tam bir anarşi ortamına sürüklenmesi, Lenin Rusya’sının Bolşevik devriminin kıta Avrupa’sında bazı çevrelere ilham vermesi ile Sovyet modelini örnek alacak sosyal eğilimlerin artması, Avrupa’yı faşizmin kucağına sürükler.
Mussolini ve Hitler, sokaklarda, meydanlarda, bar köşelerinde geliştirdikleri popüler söylemi siyasi çizgiye oturturlar ve ülkelerini acımasız bir geleceğe çekerler. Yeni söylem güçsüz iktidarlar tarafından beceriksizce yönetilir. 1929 dünya ekonomik krizi yıkıcı bir etki ile Avrupa devletlerinin yüzünde patlar. Savaş tarafından yerle bir edilmiş ve henüz yeni bir dengeye oturmamış düzen allak bullak olmuştur.
‘Çılgın Yıllar’ yerini ‘Kara Yıllara’ bırakır. Avrupa’yı ikinci savaşın eşiğine getiren olaylar, bunların nedenleri, mantık dışı insan nefretinin altyapısı, apayrı irdelenmesi gereken konulardır. Savaşın mekaniği, teknolojisi, psikolojisi, sosyolojisi bu bağlamda üzerinde durulması gereken konulardır, ancak bu makalenin öznesi değildirler.
Küllerinden doğan Avrupa
Amerikan’ın Pearl Harbor baskını sonrası devreye girmesi ile Mihver Ülkeleri aleyhine gelişecek savaşın seyri, müttefiklerin zaferi ve sonrasında başlayan soğuk savaş yılları, Batı Avrupa’yı yakından etkileyecektir. Amerikan’ın güçlü kanatları altında yaralarını saran bölge ülkeleri işte bundan sonra çıtayı her alanda yükseltecekler ve ülkelerini her alanda gıpta edilecek seviyeye ulaştıracaklardır. Tarihi yanlışları kabullenmek, bunlardan ders almaya hazır olmak, özellikle Almanya örneğinde, yeni nesilleri bu çerçevede yetiştirme kararlılığı, o ana dek yıkıcı etkileri olan toplumsal komplekslerden arınma isteği… Ne derseniz deyin! Avrupa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında küllerinden doğar. Bunda elbette güçlü siyasi liderlerin rolü yadsınamaz.
Gelecek savaşların askeri ve siyasi olmaktan öte teknolojik ve ekonomik olacağını farkına varan bu liderlerin AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) üzerinden AB’yi (Avrupa Birliği)
oluşturma çabaları bugün gelinen noktada – belki de yanlış politikalar ve muhakkak ki paylaşılmayan beklentiler, tutmayan çıkarlar nedeni ile – çökmüş gibi duruyor. Berlin Duvarı’nın yıkılmasını takiben Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinin Batıya füzyonu, öyle anlaşılıyor ki ciddi sorunlar yaratmış, sistem bunu ekonomik, siyasi ve sosyal anlamda finanse edemez noktaya gelmiştir.
Seleflerine göre daha zayıf liderlerin yönettiği Avrupa’nın geleceği, çok değil, 15 – 20 yıl önce kendisine gıpta ile bakanlar tarafından, tartışma konusu ediliyor, gücü etkin bir şekilde sorgulanıyor. Bir zamanların kolonyalist Avrupa’sı, ve onun, bir zamanların her biri başka bir cazibe merkezi olan, her anlamda zengin başkentleri, ciddi ve sancılı bir metamorfoz süreci geçiriyor gibi.
Kendisini Avrupa ekseninden hızla çeken Rusya, dünyanın yeni değerleri Hindistan ve Çin bu değişimi adım adım takip ediyorlar. Aynı şeyi Amerika için söylemek çok olası değil sanki. Avrupa’nınkine benzer yapısal sorunları ile bunalımlı bir yörüngeye oturmuş gibi Amerika Birleşik Devletleri. Batı olarak adlandırılan dünyanın bu kesimi ile bunlara alternatif bir kutup oluşturma çabası içine giren “diğerleri” arasındaki en önemli fark ise, “birinin kaybedebileceği çok şeyi olması, buna karşılık ötekinin kazanabileceği çok şeyi olması” gibi gözüküyor.