Asya’dayız… Kamboçya’nın bizlere göre değişik, ilginç, tarihi ve kültürel yaşantısını incelemeye devam ediyoruz…
Vladi BENBANASTE
Uzun bir uçak yolculuğunun ardından hiç durmadan gezmeye devam ettiğimiz 1. günü geride bıraktık. Uyuduk, dinlendik, duşumuzu aldık, pillerimizi doldurduk… Programımız oldukça yoğun; mademki uzak bir yere geldik, neme lazım bir daha geliriz, gelemeyiz, ne varsa göreceğiz, hiç bir şeyi atlamadan, kaçırmadan… Ne kadar taş ez, tapınak ez, duvar ez, orman ez, maymun ez, fil ez hepsi ziyaret edilecek, önünde foto çekilecek, hediyelik alınacak… Bugün, kuş sütünün eksik olduğu kahvaltımızı takiben (Sofi Tel Oteller zinciri buralarda size istediğiniz standardı sunuyor. http://www.sofitel.com/gb/hotel-3123-sofitel-angkor-phokeethra-golf-and-spa-resort/index.shtml adresini tıklayıp görebilirsiniz) yola çıkıyoruz.
Gezi başkanımız abim Jaymi’nin hazırladığı program hafif askeri bir düzen içeriyor. En geç 7.15 kalk borusu, 8.00 kahvaltı, 8.30 otobüste içtima… Ama iyi ki öyle; bizlere kalsa miskin miskin saat 10’u buluruz bu güzel otellerde. Yıllardır birlikte seyahatlere çıktığımız klan arkadaşlarım duruma o kadar alışık ki 1-2 dakika farkla hepimiz otobüsteyiz. İlk durak Phonom Penh’deki ulusal müze... Bu müzede ülkenin tarihçesi ile ilgili, kültürü ile ilgili, Budist inanışla ilgili heykeller, eserler var. Türkiye’den gelen rehberimizin yanında her bölge için ayrı bir yerel rehber bizlere hizmet veriyor. Bu rehber istediğiniz ve hatta (bazen) istemediğiniz kadar anlatıyor. Gezilesi, görülesi, fotoğraf çekilesi bir yer. Ufak bir not: içeride fotoğraf çekmek ayrı ufak bir ücrete tabii, aman pintilik etmeyin, alın fotoğraf makinelerinizi yanınıza. İçeride çok güzel bir avlu ve muhteşem bitki örtüsü ile bezenmiş bir havuzlu bahçe var… Tam hatıra fotoğraflık.
Rus Pazarı
Sonraki durağımız Komünist dönemden kalma ve geçmişte Ruslar tarafından çok kullanıldığı için ismi Rus Pazarı olarak bilinen pazar. Pazar bizim Kapalı Çarşı gibi, ama sadece kapalı olma özelliği dışında pek benzerlik yok. Ortada kocaman bir kubbe, bu kubbede bol bol cam ve duvarlar sarı boyalı, öyle ki içerisi sapsarı bir fon. Sonra bu kubbeden ayrılan ahtapot misali 6–7 kol ile koridorlar… Pazarlık gücünüz ne kadar? Efendim? Yok, o kadarı yetmez daha fazlası gerek! Hem de kendi söylediğiniz rakama inanmasanız bile kesin emin ve kararlı bir duruş sergilemeniz gerek… Olmadı, iki dükkân ilerde aynısından var, baştan pazarlık edersiniz, kaybınız yok. On para derlerse siz bir para deyin, 3 -4’e almanız olası. Ama yufka yürekli olmayın. Kâr etmeden kimse kimseye mal vermez. Bir de bu Rus Pazarı’nda dikkatli olun, “çanta ve paralarınız kaptırmayın” dediler bize. Öyle bir ortama rastlamadım… Tedbir almak sizden, boşa çıkartmak onlardan olsun. Pazarda sahte her şey var… Güzel işlenmiş taşlar, mücevherat, tahtalar, t-shirt, sırt çantası, paşmina, incikez, boncukez… Anneme şunu, kayınvalideme bunu, komşu kızı Düriye’ye bunu diye yola çıktıysanız alışveriş zamanı… Daha sonra alırım, daha ucuzunu bulurum… Belki ama ya bulamazsanız? Aklınızda kalacağına çantanızda dursun.
Pazardan sonra yolumuz havaalanı, istikamet Siem Reap. Henüz memleket değiştirmedik, halen Kamboçya’dayız. Mor otobüsümüze atlayıp, Rus Pazarı’ndan havaalanına yol aldık. Ufak mütevazı bir havaalanı. Aman dikkat her ne kadar konfirmeli ve de rekonfirmeli de olsa uçağınız, siz son dakikacılardan olmayın; vakitli gidin. Uçak biletlerinde iç hatlarda bir tatsızlık olması olası. Bir de çok çok önemli; iç hat uçuşları 1 kilo pırasa fiyatına olduğu için kurallar çok katı; kabin içi valizler konusunda inanılmaz kesin kuralları uyguluyorlar. Bazılarının valizini, uçağa girmeden önce ellerimizden aldılar, kilo ve boyut açısından standartlara uymak şart. Orada bir demir kalıp var, valizin sığdı; ne ala.. Sığmadı kargoya vereceksin, kilon tutuyorsa sorun yok, kilonu iyice aşıyorsan; gözünün yaşına bakmadan paranı alıyorlar… Biz tur şirketi tarafından tembihliyiz, evde her şey hesaplı dolduruldu valizlere, evdeki teraziye bir valizli bir valizsiz çıkıp net valiz ağırlıkları kontrol edildi.
Uçağımız; modern, çift pervaneli, şipşirin ve de mor… Her biri Pokahontes kılıklı olan hosteslerin gömlekleri de mor. Kısa, temiz, ikramlı ve güvenli bir uçuş ile varıyoruz Siem Reap’a. Uçaktaki ikramdan beri yemek yememişiz, saat gelmiş öğlenin bilmem kaçına, istikamet Amazon Restoran… Güzel, temıiz, şık ve lezzetli. Lokanta bir nehrin kenarında. Nehirde, yakında yapılacak yarışlar için antrenman yapan kürekçiler, ağaç yansımaları çok güzel görüntüler veriyorlar. Hava? Sıcak ancak her yerde pervaneler var; rahat bir yemek yiyoruz.
Dünyanın saklı kalmış köşesi
Yemekten sonra balta girmemiş yağmur ormanları içinde saklı kalmış, unutulmuş ve sadece 200 kilometrekarelik bir alan üzerine kurulu, içinde dünyanın en büyük tapınaklar zincirini bulunduran Siem Reap’ta kapsamlı bir tura doğru yola koyuluyoruz. Bugünkü turumuzda Angkor Thom Güney kapısı, Bayoni Baphuon, Ta Phrom Tapınakları, Cüzzamlı Kral Leper ve fil terasları, eski kraliyet bölgesi ve ardından Phnom Ba Kheng Tepesi’ne çıkış ve Angkor Wat Tapınaklar zincirini yukarıdan görüş… Halen vaktimiz kalırsa Phnom Ba Kheng Tepesi’ne çıkarak insanoğlu dehasının en büyük eserlerinden biri olan ve UNESCO tarafından dünya mirası olarak kabul edilip korumaya alınmış olan Angkor Wat’ı güneş batarken muhteşem bir manzara eşliğinde seyredeceğiz.
Size diyebilirim ki bu anlatmak ile olmaz, gidip görmek gerek. Zaten anlatılacak şeyler değil, hakikatten insanoğlu inanılmaz şeyleri başarmış. Gerek estetik, gerek mimarı, gerekse de o devrin teknolojik olanakları düşünüldüğünde “vay be” dedirten yerler buralar… Daha önce hiç yağmur ormanı görmedim… Hep hayal ettim, neysınıl ceografıkte seyrettim… Böyle ağaç mı olur, böyle heybetli mi olur… En değişik gelen kısmı da kökleri. Ağaç sürekli olarak dışarıya doğru büyüyor, iç kısımlar ölse de yukarılardan onlarca metre yukarılardan yeniden kökler salıyor toprağa. Böylece dimdik, yıllara meydan okuyarak ayakta kalıyor… Buralarda sivrisinek yok. Ama onlardan daha fazla sayıda satıcı çocuklar var. Bunlara karsı, detox ilaçlar da para etmediğinden tek çareniz göz göze gelmemek… Biz bunlara kısaca “wadola” diyoruz… Niye mi; aslında wadola’nın kökeni İngilizce; ‘one dolar’dan geliyor. Özellikle tapınak giriş ve çıkışlarında sürü olarak önünüzü kesen yaşları 5 ile 15 arası değişen çocuklar koro olarak wadola şarkısını söylüyorlar… Her ne satarlar ise satsınlar fiyat; one dolar... 5 magnet one dolar, 1 eşarp wa dolar, iki kalem wadola… Buralarda kelimenin sonundaki harf okunmuyor… Haaa birde ‘x’ harfi okunmuyor siz bir de bunların İngilizce ‘16. yüzyıl’ değişlerini hayal edin.
Buradan giderken yine tur şirketimiz tembihledi, bol bol 1 dolarlık alın diye bizde yanımıza yeterince wadola alıp geldik, çok işe yaradılar, şimdilerde; onlarca seyahat dönüşünde dağıtacak kadar magnetim, heykelim, esarpım, kartpostalım, kalemim, paşminam var. Bir de çocuklara vermek üzere bol bol, gofret, çikolata, şekerleme getirmiştik yanımızda. Onlara özellikle çok seviniyor bu ayakkabısız, eski püskü giyimli, oldukça fakir çocuklar. Durum böyle olunca başlıyorsunuz almaya, 1 ondan, 2 bundan … Zaten bu bariyeri bir şeyler almadan geçmek de pek mümkün değil.
Akşam yemeğimiz yine muhteşem bir restoranda Avrupa yemekleri gecesi. Bildik tanıdık, yemekler. Yemek sonrası gecelere akalım dedik… Bir kısmımız bunu başardı. Ben bar, filan takılmadım sokakları gezdim, güzel kareler yakalamaya çalıştım. Bizde yıllardır uygulanan balık ile ayak masajı yaptıranları seyrettim, seyyar satıcılar, çocuklar, halk ile kaynaşma, 3-5 sohbet, ufak dükkânlar, aptal alışverişler… Daha sonra benim gecelere akmam sona erip de, geceler bana akmaya başladığı için motosiklet bozması taksiler ile otele kaçtım. Bunlar motosiklet sesinden esinlenerek tuk tuk veya tok tok diyorlar… İlginç bir seyahat oldu… Hoşuma gitti… Sevgiyle kalın