Romantik dram türünün başyapıtı “Aşk Hikayesi”nin konusuyla akrabalıklar taşıyan film, ilaç pazarlamacısı bir genç ile Parkinson hastası bir kadının aşkını anlatıyor.
Klişelerle dolu, zayıf senaryosuna rağmen, yönetmen Edward Zwick bu göz yaşartıcı dramda duygu sömürüsü yapmaktan uzak kalıyor. İlaç endüstrisinde dönem dolapları sergileyen film tıp, sektörü üzerine ciddi eleştiriler getiriyor. Yoğun bir cinsellikle yüklü filmde, cüretli çıplaklıklarıyla, Anne Hathaway Jake Gyllenhaal ikilisinin cesaretiyle çözümlenen seks sahneleri öne çıkıyor
Romantik dram türünün başyapıtı, 1970 tarihli “Aşk Hikayesi / Love Story”nin konusuyla akrabalıklar taşıyan “Aşk Sarhoşu / Love And Other Drugs” ayakları yere sağlam basan bir film.
Viagra satıcısı bir genç ile Parkinson hastası bir kadının aşkını anlatan film, romantik komedi gibi başladıktan sonra kuluvar değiştirip göz yaşartıcı bir drama dönüşüyor. Klişelerle dolu, zayıf senaryosuna rağmen, deneyimli bir yönetmen olan Edward Zwick’in duygu sömürüsü yapmaktan uzak durması takdire şayan.
“İhtiras Rüzgarı”, “Son Samuray”, “Zafer”, “Kanlı Elmas” gibi yüksek bütçeli Hollywood yapımlarından tanıdığımız Edward Zwick’in bu filmi, romantik komedi türünün kurallarını yeniden belirleyen en yenilikçi örneklerden biri.
Eski bir Pfizer çalışan olan Jamie Riedy’nin kendi deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı “Hard Sell: The Evolution of a Viagra Salesman” adlı kitabından senaryolaştırılan film, ilaç sektörü içinde dönen dolapları sergilemekle başlıyor.
Yönetmen E. Zwick’in de içinde bulunduğu üçlü bir senaryo ekibi, ilaç endüstrisinin satış tekniklerini ve hediyelere boğulan doktorları eleştirirken, deneyimli bir ilaç satıcısı ile hasta bir kadının aşkını anlatmak için dümen kırıyor.
Dev ilaç firmalarının rekabeti, kimilerine göre “beyaz mafya” olarak nitelenen tıp sektörü üzerine ciddi eleştiriler getiren film, taraflara eşit mesafede durma prensibine uyarak, Hak Azaria’nın canlandırdığı doktoruna ağzından, hekimlik mesleğinin savunmasını yapıyor.
AŞK EN ETKİLİ İLAÇ
Özgürlüğüne düşkün, hayatında kimseye bağlanmak istemeyen bir genç kadınla, kadınlar üzerindeki gücünü işi için kullanmaktan çekinmeyen bir erkekle tanışıyor ve hayatının sınavına adım atıyor.
Ülkelerinden taviz vermemeye alışkın ikilinin aralarında gelişen sürprizlere gebe ilişkide, ‘aşk galip gelecek midir?’ sorusuna cevap arayan film, genç çiftin yaşadığı çaresizliği, duygusal açıdan gözlere seriyor. Ateşli bir cinsel yaşamları olan çiftin ilişkileri, cüretli bir çıplaklığın öne çıktığı filmde, Amerikan orta sınıfının seks hayatıyla ilgili gözlemler eşliğinde anlatılıyor.
Yoğun bir cinsellikle yüklü film, Gyllenhaal – Hathaway ikilisinin cesaretiyle çözümlenen seks sahneleriyle öne çıkıyor. Hollywood’un en güzel kadınlarında birisi olarak kabul edilen Anne Hathaway’in cömertliği ile renklenen filmde, pazarlamacı sevgilisinin 1990’ların kapışılan ilacı Viagra’dan destek alması bir hayli ironik.
Bu filmde yarattıkları derinlikli karakterlerle Altın Küre’de En İyi Aktör ve Aktris adaylığı kazanan ikili filmi baştan sona sürüklüyor.
Benim Adım Aşk MODERN BURJUVAZİNİN ÇÖKÜŞÜ
Altın Küre ve Bafra Ödülleri’ne Yabancı Film kategorisinide aday gösterilen “Benim Adım Aşk / İo Sono l’Amare” yılın en kaliteli İtalyan filmlerinden biri. 5 yıl önce “Melissa P.”adlı filminden tanıdığımız genç İtalyan yazar-yönetmeni Luca Guadagnino, tekstil devi Milano’lu bir burjuva ailesinin yaşantısı atmosferinde yaşanan bir yasak aşkı anlatıyor.
Babasından kalma görkemli bir holdingi yöneten orta yaşlı aristokrat bir işadamı, Rus kökenli güzel eşi, fabrikayı yöneten iki yetişkin oğlu, Londra’da okuyan lezbiyen kızı, sayısız hizmetçi ve uşaklarıyla muhteşem bir malikanede yaşamaktadır. Anne ile büyük oğul arasında, Bertolucci’nin “La Luna”sını akla getiren hastalıklı bir ilişki vardır. Büyük oğulun arkadaşı aşçı Edo’nun evin mutfağına girmesinden sonra, orta yaşlı annenin kalbini çalması, aile birliğinin bozulmasına yol açar.
Hayatı yeniden keşfetmek için kendini oğlunun en yakın arkadaşının kollarına atan burjuva kadınının adının, tıpkı Gustave Flanbert’in “Mademe Bovary”deki kahraman gibi Emma oluşu çok manidar.
Senarist yönetmen Luca Guadagnino, Anne Karenina’yla akrabalıklar taşıyan kadın kahramanından başka, erkek kahramanının adını da, Luchino Visconti’nin “Leopard”ında (Alain Delon’un oynadığı) Tancredi’den alıyor.
Burjuva aile düzeninin sahteliği ile kırılganlığı üzerine sayısız film yapan Luis Bunuel, Claude Chabrol’un izinden giden Guadagnino “Benim adım Aşk” ile modern bir “çöken burjuvazi” filmi yapmış.
Aristokrasi, değişen dünya dengeleri, sınıflararası ilişkiler, yeni ekonomik düzene ayak uydurma durumunda kalan eski zenginler gibi temaları ustalıkla işleyen film, araştırmacı kimliğiyle, özgün yapısıyla, kişiselliğiyle öne çıkıyor.
Filmin ilginç diyaloglarının birinde fabrikanın yemekhanesinde 2 torunun dedelerini şöyle anlattıklarına tanık oluyoruz. “Dedem 2. Dünya Savaşı günlerinde hem iktidarla (Mussolini) arası iyiydi, hem Yahudi işçileriyle oturup yemek yerdi, onu kendilerine yakın hissetsinler diye”
Filmin bir özelliği de, anne, oğul ve arkadaşı arasındaki ilişkiler, aşçının hazırladığı yemekler üzerinden anlatılıyor. Rusya’da püpüler olan bir çorbanın, aşçının evin sahibesinin gönlünü kazanmasına yol açan karidesli bir aperitifin senaryoda önemli bir yeri var.
60’lı, 70’li yılların biçimci sinemasını çağrıştıran, retro estetiğine hayranlığını gösteren, stilize görselliğiyle Guadagnino, anlatımı ve mizanseninindeki şiirsellik ile prim kazanıyor. Hayranı olduğu ve üçüncü kez yönettiği fetiş oyuncusu Tilda Swinton, evinde gitgide yalnızlığa gömülen Emma rolünde tek kelime ile muhteşem. İngliz aktris aynı zamanda filmin yapımcıları arasında yer alıyor.