“Sanat yaşamı taklit ediyor; belki de taklitte fazla iyi” Warren Hage
Ekim 2001. Pahalı işleriyle tanınan popüler İngiliz sanatçı Damien Hirst’ün Londra’da bulunan Eyestorm adlı galerinin vitrinine yerleştirdiği enstalasyon çalışması, aynı gece eseri çöp sandığını söyleyen bir temizlik görevlisi tarafından kaldırılıp çöpe atıldı. Galeride çalışan temizlik görevlisi Emmanuel Asare, izmarit dolu kül tablaları, yarı dolu kahve bardakları, boş bira şişeleri ve yerlere saçılmış gazetelerden oluşan işi, aynı akşam galeride gerçekleştirilen partinin artıkları zannettiğini belirtti. Bu olay Donald Kuspit’in ‘Sanatın Sonu’ adlı kitabının girişinde Warren Hage tarafından yazılmış “Sanat Yaşamı Taklit Ediyor, Belki de Taklitte Fazla İyi” başlıklı makaleden alıntılanarak anlatılır.
Emmanuel Asare’nin bu naif hareketi herkes tarafından, üzerinde çok özel ve pahalı, görünmez bir kumaştan yapılmış ihtişamlı bir elbise olduğuna inanılan kralın aslında çıplak olduğunu hiç tereddüt etmeden haykıran çocuğun, gerçeği toplumun gözlerinin önüne serişini hatırlatıyor. Hâlbuki dünya hâlâ kralın olmayan elbiselerini alkışlamaya devam ediyor. Hirst bu olaya gülüp geçiyor. Asare özür dileyerek galerideki işine devam ediyor. Bu olay tatlı bir skandal olarak ehlileştiriliyor. Sanat ise, tıpkı Baudrillard’ın dediği gibi “bayağılığa, atıklara, vasatlığa değer ve ideoloji diye” el koymaya devam ediyor. (Sanat Komplosu) Bu ne Asare’nin, ne Hirst’ün, ne de o galeriyi gezenlerin suçu. Bu kimsenin suçu değil. Bu, sanatı metalaştırarak tüketim kültürünün bir parçası haline getiren, kültür endüstrisini yaratan sistemin suçu. Bu herkesin suçu... Bu herkesin suç ortağı olduğu bir ‘Sanat Komplosu!’
Çağdaş tiyatro pratiklerine de bu gözle bakınca tiyatro sanatının tüm dünyada bu durumdan fazlaca nasibini almış olduğunu görmemek mümkün değil. Sıklıkla teatral gösterilerin yaşamı taklit etmekte fazla ileri gittiğine tanık oluyoruz. İzmarit dolu kül tablalarının, yarı dolu kahve bardaklarının ve etrafa saçılmış boş bira şişelerinin yerlerini bu kez oynamayan oyuncular, oyuncu haline getirilen seyirciler, oyuncu gibi davranan ama yapabilirlikleriyle hiçbir fark ortaya koymayan oyuncu olmayanlar, sokaktaki insanlar ve hatta daha da ileri gidilerek gerçek sevişmeler alıyor. Sanatsal icra yerini gündelik yaşamın doğallığı, rastlantısallığı ve hatalılığına bırakıyor. Yapabilirliğin yerini yapılanların arkasındaki parlak fikirler, ‘nasıl’ın yerini ‘ne’ alıyor. İcranın rastlantısallığı ve kalitesizliği ya gündelik yaşamın gerçekliğinin hatalı doğasının arkasına sığınıyor ya da yapaylığın doğasının basit ucuz ve hesapsız bir saçmalık olarak seyirciye yutturulmasının. Hâlbuki 2500 yıl önce Aristoteles sanatın “doğanın yapmaya muktedir olmadığını yapan” olduğunu vurgulamıştı. Aristoteles’in Poetika’sı tiyatro sanatıyla herhangi bir şekilde ilgilenen herkesin okuduğu –belki de okuması gereken- birincil kaynakken bu sözler ya unutuluyor, ya da belki de ‘eski’ diye nitelendirilip bir kenara atılıyor.
Bir uçta aşırı doğalcılık, metin tiyatrosu (edebi öykünün teatral öğeler arasındaki hiyerarşide en üst noktadaki konumunu, tiyatronun çoktan altüst etmiş olması gerekmiyor mu?), sahne ile seyirci arasındaki sınırları kaldırarak sahneyi hayatın rastlantısallığına ve hatalılığına açmaya kadar giden bir moda; diğer uçta yapaylığın klişelerden ibaret olduğu eklektisist, içleri boşaltılmış, kaliteleri televizyon parodilerini anımsatan, enteresanlık adına gerçekten uzaklaştırılan, yapaylaştırılan denemeler. Bunlar seyircisini tavlamak için ya çok kolay alınır olma yolunu ya da hiçbir şekilde alınamama yolunu seçiyorlar. Böylece seyirci üzerinde bir iktidar kurarak aslında onu denklemin dışında bırakma oyunu oynuyorlar. Meyerhold adlı tiyatro adamı seyirciyi yazar – yönetmen – oyuncu denkleminde tiyatroda dördüncü yaratıcı olarak neredeyse geçen yüzyıl başında tanımlamışken ve yeni tiyatroda sahnelemenin seyirciyi pasif kılmak yerine eserin tamamlayıcısı olarak konumlandırması gerektiğini söyleyerek çığır açmışken, sanki aradan bir yüzyıl geçmemiş, bütün bu gelişmeler olmamış gibi gösterilere maruz kalabiliyoruz hâlâ. Klişelerle içleri boşaltılarak ve indirgenerek tüketilen meselelerin seyirciye hap gibi yutturulması mı, yoksa anlaşılamazlıkla seyirciye yutamayacağı kadar büyük bir lokma sunulması mı ona hak ettiği saygıyı göstermek?
Son olarak Baudrillard’ın bir sorusunu ortaya atmak istiyorum. “Hâlâ bir estetik yanılsama var mı?” Estetik yanılsama, fikrin değil icranın yanılsamasıdır. Gündelik yaşamın gerçekliğinin ötesine geçebilen yüksek kalitede yapay icranın doğanın yapmaya muktedir olmadığını üretebilmesidir. Böyle bir yanılsama sanatçının sokaktaki insandan farkını ortaya koyan bir icra bilgisi ve yapabilirliğiyle gerçekleştirilebilir ancak. Aksi takdirde, çocuğun biri kalabalığın arasından haykırıverir, “Kral çıplak!” diye. Çünkü kralın çıplaklığı bir yanılsama değil, gerçeğin ta kendisidir.