Çocukken, ailenizin size verdiği sevgi, doğal günlük ihtiyaçlarınızın karşılanması gibidir. Karnınızı doyurulurlar, tuvaletinizi yaptırırlar, bir de sizi sürekli öpüp, koklayıp, başınızı okşarlar. İleride mutlu birer bireyler olmanız için sizin adınıza planlar yaparlar. Yani bir benzetme yapmak gerekirse siz sadece sürücü koltuğunun yanında oturan bir yolcu gibisinizdir. Bir süre sonra çocukluktan çıkıp genç insanlar oluverirsiniz. Hayatta yol almaya başlarken de direksiyonun başına kendiniz geçmek istersiniz. Zaman geçer ve siz annenizi de, babanızı da artık yan koltuğa alırsınız. Ama yol boyunca dikkatli olmanız için sizi sürekli uyarmaya devam ederler. Bu uyarılarının sebebi esasında size karşı olan sevgileridir. Siz bunu bilirsiniz. Ancak yine de bu sevgi çoğu zaman, fazla sıkan bir emniyet kemeri gibidir. Kemeri gevşetip hatta açıp biraz rahatlamak istersiniz. Bir süre sonra yol artık sizin yolunuzdur. Ancak daha gidilecek uzun bir yol vardır. Bu yüzden onları artık arka koltuğa alırsınız. Ne de olsa yan koltukta oturacak yeni kişiler gelir yol boyunca. Ve anne-baba ile iletişiminiz biraz daha kopar. Size olan sevgileri hiç azalmasa bile. Siz de bunu bilirsiniz. Fakat göz ardı edersiniz. Zaman biraz daha geçer ve siz farkına varamadan yolun bir noktasında araçtan inerler. Tüm yol boyunca eşlik etmeyeceklerdir size, siz isteseniz de istemeseniz de.
İşte bu yol boyunca, direksiyonu ele aldığınız andan itibaren acaba annenizin ve babanızın size vermeye çalıştığı sevginin ne kadarını alabildiniz. Dikkat edin sorum, “Peki siz onlara ne kadar sevgi verebildiniz?” değil. Sizden sevgi görmek, onlar için büyük bir beklenti ama bence, size ne kadar sevgi gösterebildiklerini bilmek, onlar için belki daha bile önemli.
Bununla ilgili size çok kısa bir hikâye anlatayım. Sıradan bir hikâye. Ama özellikle sonunda söylemek istediğimi oldukça iyi anlatıyor.
1943 yılında, İstanbul’un en eski semtlerinden biri olan Balat’ta, bir erkek bebek dünyaya gelir. Babası, 46 yaşında olan bir tüccardır. Annesi ise 36 yaşında bir ev kadınıdır. 12 yaşındaki bir kız ve 10 yaşındaki bir erkek çocuğa kardeş olarak dünyaya gelir. Aile bireylerinin tümüyle olan yaş farkından dolayı, çocukluk dönemleri, aile ilgisinden yoksun geçer. Küçük yaşlarda, kafasında kendisine ait bir dünya kurup, bu dünyaya hayattaki korkularını, sıkıntılarını ve yalnızlığını taşımaya başlar. Tüm dertleriyle bu iç dünyada savaşmayı tercih ederken, başkaları tarafından çoğu zaman sessiz ama her zaman olumlu bir kişi olarak tanınır. Orta okul eğitimini tamamladıktan sonra çalışmaya başlar. Evlilik yaşına gelir. 27 yaşında komşularının vesile olmasıyla kendisinden 7 yaş küçük bir kızla tanıştırılır. Evlenirler. Ölen ilk çocuklarının ardından, sıkıntılı bir dönem geçirirler. Daha sonra 2 çocuk sahibi olurlar. Artık iyi bir eştir ve bir aile sahibidir. Buna rağmen, küçük yaşındaki gibi tüm duygularını kendi iç dünyasında yaşar. Bu sebeple de çocuklarının ergenlik çağında, onlarla iyi bir iletişim kuramaz. Kendi sıkıntılarını, dertlerini, mutluluğunu ve sevgisini paylaşmadığı gibi, onların duygularına nasıl ortak olabileceğini de bilmiyordur. Esasında, ailesine sıkı sıkıya bağlıdır. Elinden geldiğince tüm istediklerini yerine getirmeye çalışır. Onlara karşı müthiş bir sevgi vardır içinde. 60 yaşında, ekonomik sıkıntıların yaşandığı bir dönemde bir trafik kazası geçirir. Kaza şiddetli bir kazadır. Kalça kemiği parçalanır. Travma geçirir. Hastanede 2 ay tedavi görür. Bu sürede durumu gittikçe kötüye gider. Doktorlara göre sepsis hastalığına yakalanır. “Yani, hastane mikrobunun sebep olduğu kan zehirlenmesi” diye bir açıklama yapılır. Bundan sonra hayatı sürekli hastanelerde geçer. Kalça protezi takılır. Diz protezi takılır. Bir bacağı daha kısa kalır ve bir süre sonra yürüme kabiliyetini iyice kaybeder. Sarılık geçirir, böbrekleri zayıf düşer. Şekeri yükselir. Sebep tamamen kazamı yoksa sürekli hastaneye girip çıkması mı bilinmez ama durumu hep gittikçe kötüye gider. Kısacası, bir kaza geçirip, 1 sene de 10 yaş, yaşlanır. İşte bu sürede küçük yaşta yarattığı kendi iç dünyasına olan hâkimiyetini kaybeder. Ailenin geçirdiği bu müthiş zor dönemde sessiz kalırken, televizyonda seyrettiği duygusal herhangi bir reklamın ardından ağlar hale gelir. 63-64 yaşında 80-90 yaşında bir adam gibidir artık. Bir kaç sene daha geçer. Doktorlar beyninde su toplandığını bu yüzden de şant takılması gerektiğini söyler. Basit gibi gözüken bu operasyon, herşey daha iyiye gidecek umuduyla yapılır. Ama her şey daha kötüye gider. Kısa bir sürede tüm bilincini yitirir ve bitkisel hayata girer. Evde genel bakımı ailesi tarafından yapılır. Artık hiçbir şeye tepki vermez. Bir tek şey hariç. Ailesinden herhangi biri, “bir öpücük ver” dediğinde onlara öpücük verir. İşte beyninin tek algıladığı komut budur. “Bir öpücük ver”.
Bu hikâye gerçek bir hikâye. Nerden mi biliyorum? Bu hikâyenin kahramanı, benim babam. Kendisi şu anda 68 yaşında ve bitkisel hayatta. Buna rağmen, “bir öpücük ver baba” dediğim zaman tereddüt bile etmeden öpücük veriyor. Bu durumu kim görse veya duysa çok ilginç buluyor. Uzman bir kişi bu duruma nasıl bir açıklama getirir bilmiyorum. Ben sadece şunu düşünüyorum. Keşke şu an uyansan baba ve ben sana, “beni çok sevdiğini biliyorum, bana hayatta verdiğin tüm sevgi için sana çok teşekkür ederim.” diyebilsem.
Ailenizin sizi çok sevdiğini biliyorsanız, bildiğinizi hatta, müteşekkir olduğunuzu onlara gösterin. Bunu hak ediyorlar.