Başrollerden birini mekânın oynadığı, Koleksiyon çadırındaki DOT’un Festen oyunu son yılların en önemli tiyatro olaylarından biri
Sinema, belgeselden kurmacaya geçtiğinden beri, kendinden önceki anlatı sanatlarından etkilenmiş; roman, öykü ve oyunlardan esinlenen sayısız film uyarlaması yapılmıştır. Bu uyarlamaların büyük bir bölümünü, yapısal olarak sinemaya daha yakın oluşuyla tiyatrodan-sinemaya aktarılanlar oluşturmuştur. Akımın -daha az sayıda- örneklerle tersine dönmesi, özellikle esin kaynağı tıkanan Broadway gösteri ortamında başlamış, önce ünlü müzikal filmlerin görkemli sahne uyarlamaları, bunlar da tükenince müzikal olmayan filmlerin, müzikal uyarlamaları sahnelerde boy göstermiştir.
Sinemadan tiyatro oyununa uyarlamalar ise, çok az sayıda da olsa arada bir karşımıza çıkmaktadır. Bunlar çoğunlukla, yukarıda söz konusu edilmiş olan gösterişli eğlenceliklerden farklı olarak, sinema dilinde anlatılmış öykülerin teatral karşılıklarını araştıran ilginç çalışmalardır.
Hollywood sinemasının yapaylığına ve gerçeklikten uzaklaşmasına tepki olarak Lars Von Trier’le Dogme hareketini başlatmış olan Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg’in, Dogme’nin ilk başyapıtı olan ve yapısal olarak tiyatroya çok yatkın filmi Festen’in, David Eldridge tarafından 2000 yılında oyunlaştırılması işte böyle bir çabanın ürünüdür.
22 Ocaktan beri Ece Dizdar’ın çevirisi ve Murat Daltaban’ın rejisiyle, DOT tarafından Koleksiyon’un Sarıyer kampüsünde sahnelenen Festen, varlıklı bir ailenin şehir dışındaki malikânesinde babanın 60. doğum yıldönümü kutlamaları sırasında yıllardır gizli kalmış sırların yavaş yavaş ortaya dökülmesini anlatır. Bu acımasız ve tüyler ürpertici ‘hakikat oyunu’, bir yandan görünürde mutlu bir ailenin tüm kirli çamaşırlarını ortaya dökerken, bir yandan da statükoyu koruma adına nasıl ikiyüzlü olunabildiğinin, nasıl ödün verilebildiğinin sert bir eleştirisine girişir. Diğer bir yandan da en ‘modern’ görünümlü toplumlarda bile en beklenmedik anda su yüzüne çıkan ırkçılığa değinir.
Önce iki şey söyleyeyim:
Birincisi, ulaşımı çok kolay. Hacı Osman’dan Sarıyer’e doğru inen yokuş üzerinde, Çayırbaşı’na inmeden yarı yolda sağda. Darüşşafaka Metro ve GMall Maçka’dan oyun günleri servis de kalkıyor.
İkincisi, oyunu izleyecek seyircilerin filmi görmemiş olma olasılığını göze alarak, konuyla ilgili fazla bir şey anlatamayacağım.
Festen, DOT’un genel çizgisinde biraz farklı bir aşama. Önemli sponsorlar, prodüksiyon şirketi ile işbirliği, 150 izleyicilik bir mekân, DOT’un alışageldiğinden daha yaşlı ve daha kalabalık bir seyirci profili. Tabii ki daha geniş kitlelere ulaşmak, hem mesajını daha geniş kalabalıklara iletebilmek, hem de sadece seyircisinden aldığı maddi destekle yaşama savaşı veren bütün özel tiyatrolar gibi, biraz daha rahat nefes alabilmek demek. Tehlikesi de büyük: sıradanlaşmak, genel beğeniye daha yatkın çalışmalar yapmak vs.vs.
Ama DOT’ta değişen sadece dış görünüm. Yine “seyirci kaçırır mıyım” diye hiç düşünmeden tanıtım broşürü/posterde “GERÇEK YETİŞKİNLERE TAVSİYE, SERT İÇERİK” uyarısı, yine kendi tarzından hiç taviz vermeyen, izleyici ile iç-içe, diz-dize oynanan çarpıcı ve sıkı bir oyun ve yine reklam vermeden bu kez koca bir salonun son koltuğuna kadar doluvermesi (Şubat ayına yer kalmamış, elinizi çabuk tutmazsanız ancak gelecek sezona izleyebilirsiniz).
Devamlı okuyanlarım, DOT konusunda pozitif ön yargılı olduğumun farkındadırlar. Sebebi belli: hem çok iyi tiyatro yapıyorlar, hem de benim sevdiğim türde bir tiyatro.
Yine de azıcık korkarak gittim bu Kutlama’ya. Festen, benim de çok sevdiğim, defalarca film atölyelerimde gösterip tartışmış olduğum bir film. Tamam, canlı oyuncu avantajı var ama nereye kadar? Daltaban’ın yönetmenliğine güvenim var ama acaba?...
Her neyse, öyküyü bilmenin avantajı ile oyunu daha yansız ve daha eleştirel bir bakışla izlemeye kararlıydım. Ama ne mümkün! Bir yandan Murat Daltaban’ın mekânı dâhiyane kullanışı, bir yandan -ne olacağını bildiğim halde- kapılmadan izlemenin mümkün olmadığı olayın ‘crescendo’su, bir yandan da müthiş bir oyunculuk gösterisi ve diğer yandan da oyuna devamlı eşlik eden Punk Rock’tan da anımsadığımız Uğur Yiğit’in gitarı ve Elvin Aydoğdu’nun o güzelim sesi.
Başrollerden biri mekânın. Koleksiyon’un çadırı iç oyun alanı olarak düzenlenmiş. Bir de dışı var. 7-8 dakikalık dış/ön merdivenler bölgesinde oynanan ön oyunda kutlamaya gelen kardeşlerin gelişini görüyor, bu kısacık girişte bile üç kardeşin karakter yapısı hakkında önemli ip uçları elde ederek dördüncü kardeşin kısa bir süre önce öldüğünü de öğreniyoruz. Hemen peşinden iç mekâna girip ve bir ikinci ön oyunda, yerimizi alırken ziyafet sofrasının hazırlanışına tanıklık ediyoruz. Kare mekânın köşegeninin en ucuna yerleşen oyun alanı yine izleyicilerle iç içe. Ziyafet masasının hemen arkasında mekânın köşesine yerleştirilmiş bir koca yatak, (yine dahiyane sözcüğünü kullanıyorum) dahiyane bir buluşla kardeşlerin yerleştiği üç odayı simgeliyor. Bu yatak üzerinde, hemzaman olarak Michael ile Mette’nin tartışmasını ve daha sonra sevişmesini, Helene’in intihar notunu bulmasını ve Christian ile Pia’nın konuşmalarını izliyoruz. Olağanüstü…
Bitmedi. Önünde oyun alanının bulunduğu köşe şeffaf bir perdeleme ile oyunun kimi zaman taştığı, kimi zaman da devam ettiği arka bahçeye açılıyor ve izleyici, ön bahçe – iç mekân- arka bahçe ortamının içinde kendini gerçekten olayların geçtiği otel/malikânenin içinde buluyor.
Oyunculuklara gelince, Murat Daltaban’ın oyuncu yönetiminin her dem kusursuz olduğunu bilmeyen yok sanırım. Bu kez İpek Bilgin, Köksal Engür ve Mehmet Esen gibi farklı bir kuşaktan oyuncular, otuzlu yaşlarının az altında veya üstünde olan artık “DOT’un çetesi” olarak tanımlayabileceğimiz genç takımla ve DOT’ a yeni katılmış diğer genç oyuncularla bir arada oynuyorlar. Ve Daltaban’ın yönetiminde bütün kadro, genceciği, genci ve daha az genci aynı enerjiyi paylaşarak oyunun temposuna ayak uyduruyor. Yine de bu ‘herkesin eşit olduğu’ topluluk oyununda iki oyuncu diğerlerinden ‘çok daha eşit’ olarak sıyrılıyorlar:
Cemil Büyükdöğerli, trajedinin tüm yükünü taşıyan Christian’a son derece etkileyici ve dokunaklı oyunculukla gerçekten can veriyor. Hele bir ara Michael’e dönüp “sen benim neler çektiğimi nasıl anlayabilirsin” dercesine bir bakışı var ki on beş dakikalık tirada bedel.
Asi ve kavgacı ama bir o kadar da duygusal ve iyi kalpli Michael’de ise Rıza Kocaoğlu müthiş! Anlatılır gibi değil seyretmek gerek.
Murat Daltaban özellikle bu iki karakteri -ve de genel olarak tüm kişileri- filmin soğuk İskandinav havasında sıyırarak biraz daha sıcak, biraz daha ‘güneyli’ olarak yorumluyor ve bu yorum olayların etkisinin oyun alanından dalga dalga yayılarak en arkadaki seyirciye kadar ulaşmasını sağlıyor.
Son söz: Festen, sadece bu yılın değil, son yılların en önemli tiyatro olaylarından biri. Bence Vinterberg oyunu seyretseydi hasetinden çatlardı!
Hepinize iyi seyirler.