Çanakkale Kent Müzesi Müdürü Cevat İnce’nin söyleşimiz sırasında dile getirdiği sözlerden çok etkilendim: “İnsanlar acılarını örtmeyi öğrenmişler. Kenti terk etmedeki acıyı, yok saymayı yeğlemişler. Bir şekilde her iki taraf da bunu bir acı olarak görmemek için elinden geleni yapıyor. Bu arada tabii ki terk eden çok acı çekmiş.”
Çanakkale Kent Müzesi Müdürü Cevat İnce ile sohbetimize açtığı sergi için Türk Musevi Cemaati adına teşekkür ederek başladım.
Kentte Musevilerle ilgili bir sergi düzenleme fikri nasıl doğdu?
Kent müzesi, dünyadaki örnekleri gibi kentin kendini sorgulamasıyla ilgilidir. Sadece bazı objelerin sergilendiği bir müze olmaktan öte, kentin tüm değişen yüzünü inceleyip, bugüne taşıyarak görevini yerine getirir. Günümüze aktarabileceğimiz pek çok hikâye var.
Çanakkale bir geçiş kenti ve bu kent üzerinde o kadar çok demografik değişiklik olmuş ki… Hemen hemen her yüzyılda sosyal ve siyasi nedenlerden şehrin yüzü değişmiş. Ancak bu nedenleri bir kenara koyduğunuzda, yaşanmışlıklar var. Kenti, kent yapan da bunlar. Dolayısıyla, yaşanmışlıkların yok olmasının önüne geçilmesi gerekiyor. Kent Müzesi’ni kurarken ilk hedefim, kentte insanlar üzerinden yaşanmışlıkları belgelemekti. Devlet arşivlerinde olsun, farklı yerler de olsun, bazı belgeler var. Açılır/açılmaz, konuşulur/ konuşulmaz belli olmaz. Ama yaşayanın içinde var olan bir belge söz konusu. Yaşayan belgeyi, kayıt altına almayı hedefledik.
Belirlenen konu başlıkları her iki ayda bir değişiyor. Süreli sergilerin amacı da, kaybolabileceğini düşündüğümüz konuyu, onu yaşayanlarla belgelemek. Röportajlarla kayıt altına almak. Kayıtları bir araya getirip yeniden kentle buluşturmak. Bu arada sözlü bir arşiv oluşuyor. Ayrıca her görüştüğümüz kişinin kişisel albümü ortaya çıkıyor. Kişisel albümün içinde, çocukluk resimleri derken sokak, binalar, meydanlar… Kentin sokakları ortaya çıkıyor. Böylece bir fotoğraf arşivi oluşuyor.
Kişiler genelde, eski fotoğraflar veya anılar açısından pek de paylaşımcı olmuyorlar…
İlk kurulduğunda çok sıkıntımız vardı. Elimizde tek bir obje – kayıt yoktu. Müzeyi açmadan üç ay önce kapılarını açtık. Burada ne yaptığımızı anlattık. Müze deyince kişilerde Arkeoloji Müzesi gibi eski ve antika kavramlı bir düşünce doğuyor. Çok özel şeyler istemedik, beklemedik de. Kendilerini anlatabilecek basit bir objeyi veya hikâyelerini anlatmalarını istedik. 200 obje, yani 200 hikâye toplandı. Sadece obje sergilediğinizde, müze hareket kazanmıyor. Amacımız dışarıdan gelene sadece Çanakkale’yi değil, yaşayanlarıyla beraber anlatmak. Bu kavram üzerinden gittiğimizde süreli sergileri uygun gördük. İlgilenen, kente ve müzeye geliyor. Ancak bu ziyaret bir kerelik olmasın diye de sergi süresince her Çarşamba günü konuyla ilgili bir saatlik (18.00-19.00 arasında) interaktif sohbet veya konferans düzenliyoruz. Yaşayanların yanı sıra konuyla ilgili araştırma yapmış akademisyen var ise onu da davet ediyoruz. Onları da kayıt altına alıyoruz. Dolayısıyla, böyle de bir arşiv oluşuyor.
“Kentte Museviler” sergisini hazırlarken, 500 küsur yıllık bir hikâyenin neresini inceleyeceğiz diye düşündük. Bir kitap veya bir üniversite araştırması yapmıyoruz, bilginin akması için bir yol açıyoruz. Bir başlangıç… Kentte yaşayan iki kişiye ulaştık… İstanbul’dan katkı vermek isteyen oldu, bunun için de kapımız sonuna kadar açık.
Kent Müzesi kavramı Türkiye’de pek algılanmıyor. Ancak tekerlek dönmeye başladıktan sonra, daha iyi anlaşılacağımıza inanıyorum. Kişiler müzenin işleyişini anladıkça, bilgilerin akacağını düşünüyorum. Ancak endişem, bu kentten gidenleri kaybetmeden, onların hafızasındakileri bir yere kaydetmek. Sergi ile bunu yakaladığımıza inanıyorum.
Sonuçta büyük iddialarımız yok “ne kadar olursa” ile yola çıkıyoruz. Yetersiz olduğumuza inanmıyorum. Artık burada böyle bir oluşum bilinci uyandı. Gidebilecekleri, anılarını, objelerini paylaşabilecekleri bir yer olduğunu biliyor ve geliyorlar.
“Kentte Museviler” sergisine de aynı şekilde başladık. Ne denli genişler bilemiyoruz. Ne kadar çok ilişki kurabilirsek, ne kadar genişletebilirsek o kadar iyi. Sonuçta burada bir hafıza var, bu hafızada da kentte yaşamış herkes var. O hatıralar burada duracak.
Süreli sergi olduğunu biliyoruz… Sonrası için ne düşünüyorsunuz?
Bütün malzeme arşive aktarılıyor. Sonrasında araştırmacılara iş düşüyor. Konuyu araştıracak bir kişi, böyle bir arşiv olduğunu bilecek. Bu da hedeflediğimiz noktaya ulaştığımızı gösterir…
Araştırmalarda ne kadar geriye gidebildiniz?
Çok geriye gidemedik. 1937 doğumlu Roza (Levi) Demirkapılı’ya ulaşabildik. Aslında sergi bir nevi Roza Hanım’ın sergisi. Çocukluğu burada geçmiş, etkin bir karakter, olayların içinde kadınlığını hiç kaybetmeden ve hiçbir şeye de aldırmadan… Onun anlatıları yer alıyor… Rahmetli Yaşar Yuhay’ın ailesi, özellikle eşi görsel malzemede çok destek verdi.
İlginç gelen bir hikâyeyi paylaşır mısınız?
İlginç gelen birçok hikâye var. En ilginci ise, insanlar acılarını örtmeyi öğrenmişler. Kenti terk etmedeki acıyı, yok saymayı öğrenmişler. Bir şekilde her iki taraf da bunu bir acı olarak görmemek için elinden geleni yapıyor. Bu arada tabii ki terk eden çok acı çekmiş. Bütün hikâyelerin altında bu var. Ama tekrar dile getirmek daha acı geliyor. Sadece Museviler değil, diğer dinlerin mensuplarıyla da konuşup tartıştık, hepsinin yüreğinde burukluk var. Yaşanmış olması bir tarafın acılarını depreştiriyor, diğer bir tarafın da utandığı bir durum yaratıyor. Bu da aslında her iki tarafın birbirleriyle sorunları olmadığını gösteriyor. Bir dönemin ya da bir sosyal durum değişikliğinin tarafları birden kullanması, iki tarafın da kullanılmış olduğunu hissetmesi o çok daha vahim bir durum. Hikâyelerin arasındaki en dramatik noktalar. Bunu çok özele indirebiliriz, okulda, yolda yaşanmış bir hikâye… Özele indirgediğinizde gördüğünüz şey acı. Hayatım roman dediğinizde, her hayat bir roman olur. Televizyon ekranlarında izlediğimiz dizilerdeki hayatlar sıradan insanların yaşadıklarından daha yüce, daha acı veya hüzünlü değil. Göç varsa, hüzün var… Bu göç, hangi sebeple olursa olsun. Tabii buradaki Musevi göçü çok acı…
Kent, çok büyük bir değerini kaybettiğinin farkında. Kentin sosyal hayatına damga vurmuş bir değeri, kendimiz yok ettik diyorum. Kentte ticari hayatın yok oluşu, ilişkilerin çökmesi… Türkiye’de iki Kordon Boyu vardır. Biri İzmir’de, diğeri Çanakkale’de… Bütün şehir halkı bunu iyi bilir; zira bu alışkanlık tarihte Musevilerin cumartesi günleri ibadet dışındaki zamanını değerlendirmek için kordon yürüyüşlerinin bir uzantısı. Bugün kentte Kordon’u kullanma alışkanlığının çıkış noktası. Dolayısıyla bu hareket eğer Musevi Cemaati burada olmasaydı, belki Kordon’u böyle kullanmayacaktık.
Temennimiz yurt içinde veya yurt dışında yaşayan Çanakkale kökenlilerin gerek görsel, gerekse anılarını Çanakkale Kent Müzesi yetkilileri ile paylaşmaları ve böylelikle müzenin daha ileri gitmesinin sağlamalarıdır…
Çanakkale Kent Müzesi’nde “Kentte Museviler” sergisinde Musevi Mahallesi, Ticaret hayatı, Aynalı Çarşı, Eğitim, Cumartesi günü, Kordon, Drahoma, Düğün, Sünnet, Cenaze, Bayramlar, Çanakkale’den Göç, Anılardaki İsimler başlıkları altında Roza levi, Yüksel Levi, Moiz Varol, Beki Yohay’ın yanı sıra Musevi Mahallesi’nde dünyaya gelen Mustafa Sıtkı Tuncer’in anılarına ve fotoğraflara yer verildi.