Mahler’in yaşantısından müzikal kesitler
2011 yılı Mahler’in ölümünün 100 yılı. 50 senelik bir yaşam, onu 150. doğum yılında kutlamamıza olanak sağlıyor. Hem ölümünün hem doğumunun buluştuğu bu paradoksal seremoni Mahler’in yaşamı incelendiğinde hiç de yabancı kalmayan bir olgu.
O yaşamını hep ikilemler, hep başarıların karşıtında çöküşler, hep ölümler, doğumlar, trajediler ve sevinçlerle dolu geçirdi. En mutlu anı, kaderin bir cilvesi olmalı, kâbusa dönüştü, en kederli zamanlarında da çılgın mutluluklar yaşadı. Yaşama veda sırası geldiğinde ise ‘Der Abschied/ Veda’ adlı eserini ‘Das Lied von der Erde/ Toprağın Şarkısı’ adlı eserini besteledi…
Burada durmuş bekliyorum dostumu, son bir kez veda etmek için / Seninle dostum, akşamın güzelliğinin son bir tadını çıkartmak için / Nerede kaldın, uzun zamandır beni yalnız bıraktın / Yumuşak otların kapladığı yollarda dostuma veda, ölüme sarılmak için.
On iki çocuklu fakir bir Musevi ailenin çocuğu olan Gustav Mahler, yoksulluk içinde büyümüş. Beş küçük kardeşi difteri salgınında ölmüş, en büyük ablası beyin tümöründen yaşama veda etmiş, küçük ablası yaşamında sürekli ölümü beklemiş. Yetenekli bir müzikçi olan kardeşi Otto, şakağına kurşun sıkarak intihar etmiş, iki yaş büyük ağabeyi sokaklarda deli gibi dolaşıp sonunda akıl hastanesinde ölmüş.
Mahler,1910 yılında yani yaşamının son yılında, Dr.Sigmund Ferud’e bir psikanaliz sırasında sadece annesinin, tüm bu kötü olaylara karşı savaşan bir kadın olduğunu anlatmıştı. Mahler evlenirken eşine ilk şu sözleri söylediği bilinir: ”Gençlik yılları bana aitti, sana yaşlılığım kaldığı için çok mutluyum”.
Freud’un ana kompleksi teşhisi koyduğu Mahler, gururu, ihtirası ve aşırı eleştirel yapısıyla yaşamının karşıtlıklarına karşın sevilmemiş bir besteciydi.
“Bu karşıtlıkların Neden Mahler?” Şimdilerde daha sık sorulur oldu bu soru.
Mahler üzerine çalışmalar yapan ve çeşitli makaleleri yayınlanan İngiliz gazeteci Norman Lebrecht yeni çıkan kitabının başlığına bu soruyu taşıyor: ‘Why Mahler?’ Kitabın diğer adı ise şöyle: ‘Bir adam 10 senfonisiyle dünyayı nasıl değiştirdi?’
Bu ifade oldukça abartılı gelebilir. Müzik dünyasında bunca önemli eserler veren onlarca besteci varken nasıl bir bestecinin, özellikle inişli çıkışlı, karşıtlıkları sürekli sürdüren yapısı içinde dünyayı değiştirecek kadar müzik dünyasına yön verebilir.
Gustav Mahler’in, müzikte ‘Geç Romantizm ve Modernizm’ arasındaki dönemin en büyük bestecisi olarak kabul görmesi abartı değildir.
Yahudi olması ve vazgeçemediği bu kimliğinin Nazi Almanya’sı ve işgal ettiği coğrafyasında hakir görülmesi kaçınılmazdı. Müziğinde Bohemya folklorundan yararlanma arzusu, senfonilerine çocukluğundan aklında yer etmiş marşlar, ninniler ve klezmer motifleri gibi, o güne değin rastlanmayan müzikal ifadeler yerleştirmesi, 20. yüzyılın ilk yarısındaki müziğin konumu açısından bakıldığında ‘bayağı’ olarak nitelendirilmiş, ‘anti müzikal’ bulunmuştu.
Oysa yaşadığı dönemde özellikle müzik dünyasında orkestra şefi olarak ün kazanan, 1888’de Budapeşte Kraliyet Orkestrası,1891’de Hamburg Orkestrası,1897’de Viyana Operası ve 1907’de New York Metropoliten Operası şefliklerini yapan Mahler’in bestelerinin özellikle senfonilerinin yorumlanması her orkestra şefinin hayal dünyasını süsleyen bir ütopyadır.
Bu eserlerin Mahler’i nasıl ve ne kadar yansıtabildiği, bestecilik niteliklerini ne kadar kendi arzusu şeklinde ön plana çıkardığı halen günümüzde tartışılır haldedir. Mahler yaşadığı dönemden çok, yüzyılımızın ancak ikinci yarısından sonra müzikseverlerce tanınmaya başlandı. Onun özellikle senfonilerinde olayları değil de yaşam ve ölüm korkusunu, insanların yalnızlıklarıyla kuşkularını ve doğayı anlamanın zorluğunu orkestranın geniş olanaklarını araştırarak sunmaya çalıştığı görülür.
Yahudi kimliğinin yaşamındaki yerini ve ailesel dramlarını anlayan ve onların eserlerindeki izlerini en iyi gören ve yorumlayan orkestra şefleri de Yahudi şeflerden oluşmuştur.
Leonard Bernstein, Eliahu İnbal, Lorin Maazel bu alanda bilinen ve özellikle Mahler yorumlarının en aranan orkestra şefleri arasındadırlar. Her ne kadar Georg Solti kayıtları Mahler’i en iyi anlatan kayıtlardan sayılsa da diskografisini tümüyle kaydeden besteciler, Bernstien, İnbal ve Maazel’dir.
Mahler’i anlayabilmek ve onun eserlerinin derinlemesine içine girebilmek için 1950’li yıllara gelinmesi gerekiyordu. ABD’de başlayan Mahler rönesansı, kısa sürede müthiş bir ivme kazanarak yayılmış, daha bir anlaşılır olmuştu. 20. yüzyıl kapitalizminin sorun haline getirdiği, huzursuz, amaçsız, nevrotik, güncel ve modern toplum insanı, aradığını Mahler’in müziğinde bulmuştu adeta.
Mahler, kendisinden 19 yaş küçük Alma Schindler ile 1901’de Viyana’da tanıştı ve ertesi yıl da evlendi. Yaz aylarını Klagenfurt yakınlarındaki Worthersee kıyısında yeni yaptırdıkları evde geçirmeye başladı. Besteci, kızları Maria ve Anna’nın da doğumuyla ömrünün en mutlu dönemine girdi. İyi bir ailesi vardı, buna rağmen ‘Çocukların Ölümü’ şarkısını yazdı, ardından çocuğu öldü.
Eserleri farklı ülkelerde kendi yönettiği orkestralarda seslendiriliyordu; 5, 6, 7 ve 8. senfonilerini bu yıllarda besteledi. Ama 5. senfoninin cenaze marşıyla başlaması ve Çocukların Ölümü Üzerine Şarkılar (Kindertotenlieder) isimli yapıtı eşinin huzursuzluğuna ve tepkisine neden olmuştu. Alma, ilk çocuklarının yeni doğduğu zamanda böyle bir besteye ve isme anlam verememişti.
1907 Mahler için felaketle eşanlamlı olacaktı. Yahudi karşıtı kampanyalara dayanamayıp görevinden istifa etmek zorunda kaldı. Duygularını şu ünlü sözleri çok iyi tanımlar: “Hayatta üç misli vatansızım; Avusturya’da Bohemyalı, Almanya’da Avusturyalı ve dünyada Yahudi olarak bilindim.” Ama Mahler’i asıl yıkan difteriye yakalanan dört yaşındaki kızı Maria’nın ölümü oldu; birkaç yıl önceki bestesinde bu olay sanki içine doğmuştu.
Birkaç yıl sonra ciddi bir kalp rahatsızlığı olduğunu ve pek fazla ömrünün kalmadığını öğrendi. Buna rağmen metanetini koruyarak göl kıyısındaki evlerinden tekrar dönmemek üzere ayrıldı. New York’a gitti. Metropolitan Opera’daki yoğun bir konser sezonunun ardından yazı Toblach’ta geçirdi; doğa içindeki küçük kulübesinde, Almancaya çevrilmiş eski Çin şiirleri üzerine Yeryüzünün Şarkısı (Das Lied von der Erde) isimli bestesini hazırlamaya başladı. Yeryüzünün Şarkısı’nın final bölümü Elveda (Der Abschied), Mahler’in hayata vedasının müziği gibiydi:
“Artık uzak ufuklarda aramıyorum / Kalbim sakin ve zamanın gelmesini bekliyor”.
Ama Mahler, kadere meydan okur gibi, son yıllarında tekrar Toblach’a dönerek yeni bir senfoniye başladı ve bu kez onu ‘9’ olarak numaraladı. Ve bu onun gerçekten de son senfonisi oldu, daha sonra başlayacağı 10. senfonisini asla bitiremeyecekti.
Ekim ayında tekrar New York’a gitti Mahler. Carnegie Hall’da 1911 Şubat’ında verdiği konserin ardından sağlığı kötüleşince ülkesine geri döndü. Viyana’da sanatoryuma yatırıldı. 18 Mayıs 1911 yılında, doğa, ölüm, aşk ve düş kırıklıkları, travmalar ve acılarla geçen bir ömür sessizce ve sükûn içinde son buldu.
Bardaktan boşanırca yağan yağmurun altında kızının yanına defnedilen Gustav Mahler’in cenazesine büyük bir topluluk eşlik etmişti. Törenin bitiminde ufukta beliren gökkuşağının güzelliği Mahler’in müziğinin karşıtlığı kadar etkileyiciydi.
Geç de olsa eserlerinin önemi anlaşılmış fakat halen o yıllarda sevilemez yorumlanmak istenemez durumdaydı. O yaşadığı dünyaya ve kendi zamanına ait değildi. Oysa yüz yıl önce kâğıda döktüğü notalar, bugün dinleyenlerinin ruhunda derin izler bırakan yapıtlardır.
Uzağındayım bu dünyanın kargaşasından / Sakin bir mekânda huzur buluyor / Kendi cennetimde yaşıyorum ve yalnız / Aşkımda ve şarkımda!