15 Kasım 2003 sabahı saat 09.30 sıraları Sirkeci Sinagogu’nun kapısında olduğum bir anda denizin karşı kıyısında bir duman bulutu ve ardından çalan bir telefon: “Çabuk Şişhane’ye gel!” O anda telaşlandığımı gören birisi, “Merak etme, Ramazan ayındayız belki de İftar topudur, deneme yapmışlardır” diyor. “Hayır, bu saatte olmaz, bu başka bir şey”diyorum. Birkaç dakika içinde Şişhane’nin girişine varıyorum, etraf tıklım tıklım, ambülânsları takip edip bir yokuşun başında durmak zorunda kalıyorum. Ambülânsları görür görmez annemi arayıp “ Anne iyiyim ben. Merak etme!”diyorum. Ardından sokağa yaklaşabiliyorum, Büyük Hendek Sokağı bir savaş meydanına dönmüş. O an birkaç telefon daha geliyor, bilinçsizce her arayana “İyiyim, Neve Şalom’dayım.” diyorum. O an içimde bir garip his o garip kokuyla birleşiyor, olanları anlamaya çalışırken, daha iki ay evvel aynı sokaktan babamı sonsuzluğa uğurladığım aklıma geliyor. O gün herhalde ölümün gerçekliğine en yaklaştığım gündü derken, gözümün önünden giden ceset torbaları, bağrışanlar, yerlerdeki cam kırıkları bir anda gözyaşlarına boğuluyorum. Ama bu diğerlerinden farklı, hani hiç konduramadığınız birini bir anda kaybettiğinizde durup durup ağlarsınız ya, işte tam öyle bir duygu. Kendime biraz gelir gelmez oradan ayrılıp eve dönüyorum. Arkadaşlarım iyi mi diye herkesi tek tek aramaya çalışırken evde televizyondan o dönemin Hahambaşılık Basın sözcüsü Silvyo Ovadya’nın o gözümde gitmeyecek açıklaması geliyor: “Sinagogdaki genç kardeşlerimizden birini de kaybetmiş bulunmaktayız.” Ardından arkadaşımdan gelen telefon “Abi Yoel’i kaybettik, Nedim de şu an Alman’da. Ameliyata aldılar”. O an telefonda gözyaşlarına boğuluyoruz. İş yerinden telefon geliyor, pazartesiye kadar izin alıyorum. Akşamüstü hastaneye geliyorum, tanıdık tanımadık herkes orada, tek bir yürekten dua ediliyor, gidenlerin ardından bir canı kurtarmanın bir genci hayata bağlamanın telaşıyla.
O gece elimden geldiğince yakınlarımı yanıma topluyorum. Birbirimize sıkıca sarılıp, bir anlamda “Artık geçti, biz geride kalanlarız” diyoruz. Pazar günü aralıklı olarak hastaneye gidip geliyorum. Pazartesi öğlen saatlerinde soluğu Neve Şalom’da alıyorum. Kapıda karşılaştığım Mimar Yusuf Kohen bir yandan ısrarla içeri girme isteğime olumlu yanıt verirken, diğer yandan “İçeride göreceklerin moralini bozabilir yine de lütfen bir daha düşün.” diyor. Sanırım kendime en iyi terapiyi içeride tekrardan o anı görüp yüzleşerek yaşayacağımı düşünüyorum. İçerde her zaman aklımda kalacak o manzarayla karşılaşıyorum. Tahta kapılardan arkası olduğu gibi çökmüş durumda, yerlerde kameralar, tabelalar, halının üstü cam parçaları ile kaplı, sinagogun içerisi kapkaranlık. O günden kalan gazeteleri odamda bir köşede saklıyorum. O gün ülkemiz ilk kez bombalı araç dehşetiyle tanışırken biz de hafızalarımızdan silinmeyecek acı bir tecrübeyi yaşıyoruz. Artık Neve Şalom’u her karanlık gördüğümde içimden bu sinagogun ışıkları bir daha kapanmasın diyorum.
Birkaç gün sonra cenaze ardından mevlutlar, hayat her şeye rağmen devam ediyor derken, bu olaylardan bir kaç ay sonra 16 Şubat günü kader beni o felaketle tekrardan o gün patlama sonrası yetişemediğim Şişli Nakiye Elgün Sokak’ta birleştiriyor. Önceleri çevremden “insanlar oradan kaçıyor, sen inadına o sokağa taşınıyorsun!” eleştirisi alsam da bu kararı vermek zorunda kalıyoruz. O sokaktaki ilk sene evin karşısındaki bina sinagog binası ile yıkık halde kalan tek binaydı Akşamları eve geç geldiğimde bazen birkaç dakika sinagogun arka kapısına bakıp düşünürdüm. Seneler geçtikçe o binadaki acılar geride bırakıldı, gidenlerin ardından yeni aileler taşındı. Hatta şimdileri sinagogun arka bölümünün de inşaatı hızla devam ediyor, yakında bitecek gibi gözüküyor. Geride unutulmayan sadece akıllardaki izler kalıyor.
O yıl benim gibi henüz üniversite ikinci sınıfta olan arkadaşlarımın çoğu, şimdi yeni bir aile kurmanın eşiğinde, 2003 yılının terör saldırılarını yaşamış geleceğin cemaati olma yolundalar. Birbirimize çoğu zaman itiraf edemesek de, hatta üzüntülü anlara gelemeyip kimi zaman içimizde saklayıp her sene mevlutta sinagoga gelemesek de yaşananları unutmayacağımızı biliyoruz. Kimimiz yitirdiği yakınının ardından bu olayı her an yüreğinde taşıyor, kimimiz ise vücudunda bir çizik veya bir izle bunun her zaman canlı şahidi olacak. Peki ya biz? Yitirilenlerin ardından hakkımız olmayan tek şey unutmak…
Çarşamba akşamı göğsünde “Terörün aramızdan aldığı kardeşlerimiz anısına” yazan rozetleri ile Yıldırımsporlu genç kardeşlerimizi sinagogda gördüğümde bir kez daha Yoeliko’yu hatırladım. Küçükken babamlar 1986 saldırılarını anlattığında aklımda nasıl olabilir böyle bir canilik diye düşünürdüm. Şimdi ise, ileride bu olayı geleceğe aktaracak canlı bir şahit olmanın sorumluluğunu taşıyorum. Onların istediği olmadı ve olmayacak. Sinagoglarımız yine dolup taşacak, derneklerimizde kurumlarımızda her an sizin ışığınız bizimle birlikte olacak. Hayat yaşanan acı, yıkım ve gözyaşlarına rağmen devam edecek. Cemaatimiz sizi ve ailelerinizi asla unutmayacak.