Fransa’nın önemli bir sorunla allak bullak olduğu bugünlerde, aklım gerçek gündelik yaşamdan kaçıp, yazın yaptığım güzel yolculuğa gidiyor.
Fransa, neden mi allak bullak? Tabii ki emeklilik yasası değişikliği yüzünden.
Allak bullak olmasının bir başka sebebi de, Sarkozy Hükümeti’ne güven duyulmaması… Aslında Latin ruhunun en önemli özelliklerinden; belirli bir çaba gerektiğinde mızmızlanmak.
Çalışma yaşını 60’tan 62’ye çıkarmak isteyen Sarkozy son derece haklı. Zira fertleri uzun yaşayan bir toplum olan Fransız yurttaşları, uzun yaşamanın her türlü avantajına (seyahatler, grup faaliyetleri, bir sürü sosyal hak - taşıtlara bedava binme, sinema ve tiyatrolarda ucuz tarife, sağlık, vs.) topluca evet diyorlar, ama fiyatını ödemeye gelince de, ‘istemezuk’ naraları her yerde çınlıyor. Son çarpık sürpriz; liselileri de kışkırtıp onların da yürüyüşe katılmalarını sağlamak oldu. Gencecikler dünden hazır tabii, yeter ki ders kaynasın, yeter ki sokakta yürürken nara atmanın, “kazanacağız” diye kükremenin zevkini bir kez daha yaşasınlar, saf körpecikler, yeter ki devlet ana, Romus ve Romulus’u besleyen anaç kurt gibi devamlı sağılsın, her yere el uzatsın.
Bu dert dökmenin ardından, gelelim, yazımızın özüne. Böylesi grev günlerinde (tabii grevler de gırla olduğu için, bol vaktim var), insan hayal gücü sayesinde, güzel günleri anımsamak ister. Bu yaz Almanya’ya yaptığım yolculuk gibi…
Avrupa’da eski imparatorluk şehri olduğu belli olan muhteşem Roma kadar güzel olan Alman şehirleri, (Aachen ve katedrali – içini gezdim, gözünüzü ayıramayacağınız, altınla çalışılmış sanat eserleri var - Hamburg ve faal limanı, adeta bir çiçek bahçesi olan Koln, Einstein‘in doğduğu Ulm şehri ve dünyanın en uzun kuleli olmasını gururla belirten katedrali) İkinci Dünya Savaşı’nda çok bombardıman edildikleri için hasar görmüşler ve yeniden inşa edildiler. Acı bir olayı, avantajlı bir duruma çevirmeyi bilmişler. Mesela, en çok hasar gören şehirlerden biri olan Berlin’i modern şehircilik planlarına göre tekrar baştan inşa edip, gezilmesi çok hoş olan şehirlerden biri haline getirmişler. Roma ise İkinci dünya Savaşı’nda, Hitler – Mussolini yakınlaşmasından dolayı hasar görmemiş ama modern şehirciliğin özelliklerinden de yararlanamamış. Berlin’in çilesi sadece İkinci Dünya Savaşı ile bitmemiş. Soğuk savaşın çilesini de yüklenmişler zavallı Berlinliler. Bu yüzden o günlerin kâbusunu anlatan bir müzeleri bile var; Check Point Charlie.
Hikâye malumunuz, doğu bloğundan, batıya geçmenin serüvenleri ve acıları. İnanılmaz serüvenler var. İnsanlar kaçabilmek için hayal güçlerini son demine kadar kullanmışlar. Her kaçışın bir filmini yapmak olası. Bana en dokunaklı geleni de, batıya geçmeyi kafasına koyan bir annenin, dört yaşındaki çocuğunu, alışveriş çantasına koyup, üzerini nemli havlularla örtüp, kontrolün az olduğu bir günü seçip, geçmeyi denemesi ve başarması. O alışveriş çantası müzede sergileniyor.
Berlin Duvarı gerçi yıkıldı; yıkıldı ama bir bölümünü hatıra diye saklıyorlar ve o duvar parçası şu anda açık hava müzesi olarak kullanılıyor. Ressamlar da o duvarın üzerine kaçış temasını işleyen tablolar yapıyorlar.
Soğuk savaşın tam ortalarında, taa Amerikalardan gelip de, 26 Ekim 1963’te, Berlinlilerin gönlünü almaya çalışan ABD Başkanı John Fitzgerald Kennedy’nin, Berlinlilerin kalbinde özel mi özel yeri var. Bu yüzden 2009 yılında, suikasta kurban gitmiş başkanın anısına bir müze açmışlar; Kennedy Müzesi. Müzenin girişinde unutulmaz cümlesi hemen göze çarpıyor: ICH BIN EIN BERLINER - Ben bir Berlinliyim.
Sonralarda protesto yürüyüş edebiyatına ilham kaynağı olan model cümle olduğuna şüphe yok. 1968’te Fransız öğrenci devriminde ortaya çıkan, Daniel Cohn Bendit’i korumak amaçlı cümle, “Nous sommes tous des Juifs Allemands -Hepimiz Alman Yahudi’siyiz.” Bir kişinin acılarına tamamen katılma, destek verme fikri bu tarihi cümleden gelir.
1989’da yıkılan duvarın, hatıra eşyaları satanların işine yaradığı kesin. Bu tip dükkânlarda, duvarın, istediğiniz renge boyalı minicik parçaları satılıyor. Tabii ki orijinal parçalar değil, hatıra amaçlı imal edilmiş, hatıra niyetine satılıyor.
Tüm Alman şehirlerinden daha fazla çekmiş Berlin; özellikle İkinci Dünya Savaşı’nda. Ama acıları unutulmaması için de, genç nesillere örnek olsun diye ellerinden geleni yapmışlar. Mesela, hangi evden Yahudiler alınıp da kamplara götürülmüşse, o evin önünde, kaldırımın üzerinde sarı renkte bir taş, size isimleri ve tarihi ile götürülen insanları anımsatıyor. Bu taşlar, daha çok doğu Berlin bölgesinde, herhalde şehrin ikiye bölünmesinden evvel, Yahudi nüfus daha çok doğu Berlin’de yaşıyordu.
Bugün, o bölgelerde daha çok Türkler yaşıyor ve haftada iki gün, salı ve cuma günleri Türk pazarı kuruluyor. Daha çok yiyecek ağırlıklı olmasına rağmen, az miktarda da, giyecek, ev eşyası satanlar var. Almanya’da, sadece Türkçe konuşulan ve bir kilometreye yakın uzunluğu olan, renkli, neşeli satıcı sesleri ile çınlayan ve tertemiz bir pazar hoşa gidiyor.
Geçmişinin acı ve utanılır olmasına rağmen, her safhasına sahip çıkan Almanlara hayranlık duymamak elde değil. Bu sahip çıkmanın bir göstergesi daha, yeni açılan Yahudi Müzesi. 1946’da Polonya’da doğan Daniel Libeskind adlı Yahudi mimarin eseri. Mimari, özel merakım yüzünden, elden geldiğince izlediğim bir sanat dalı. Libeskind’in Berlin Yahudi Müzesi, hiç kuskusuz, Şoa’yı ve trajik sonuçlarını, başarılı mimarisi ile yansıtmayı başaran bir yapıt. Bina, gri renkli bir geometrik sekil arz ediyor.
Dış duvarları, kırık bir Davud Yıldızını anımsatan çizgilerle ve küçücük pencerelerle noktalı. Gri renk ve küçük pencereleri, içinden çıkmanın mümkün olamayacağı bir hapishane hissini çok canlı bir şekilde yansıtıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda çekilen acıları, mimar, çok güzel vurgulamış. İçinde sergileyeceği eserlere bu denli uyan bir mimarlık tarzına çok az rastladım. Müzenin içi, üç bölüme ayrılmış. Diaspora, Şoa ve Diriliş. Üç ayrı yöne, kıvrıla kıvrıla ilerleyen koridor, sizi seçtiğiniz yolda bilgilendire bilgilendire gezdiriyor. Gezdiğimizde, Alman Yahudileri başta olmak üzere, tüm dünya Yahudileri hakkında sormak istediğiniz (ve şimdiye kadar soramadığınız!) her konu hakkında bilgi almanız mümkün. Bu olanağı sağlamak için de tabii teknolojik tüm yeniliklerden faydalanılmış. Müzecilik açısından son derece güzel bir sunuma tanık olarak, hayran hayran öğrenme zevki tadarak, bazen de (çoğu zaman) üzülerek gezerken, Diriliş bölümüne geçiyorsunuz. Katkılar, buluşlar, bilim adamları, sanatçılar, vs vs.
Berlin, kültürel açıdan da iddialı bir yere sahip; efsanevi Alexanderplatz’i, Herbert von Karajan’in zamanında yönettiği Berlin Filarmoni Orkestrası, vs. vs.
Alman mutfağına gelince de Berlin, tüm Avrupa şehirlerinde olduğu gibi, uluslararası lokantaların hücumuna uğramış. İtalyan pizzacılar, Vietnam başta olmak üzere, tüm Uzakdoğu ülkeleri, irili ufaklı lokantaları ile buradayız diyorlar. Ardından Ortadoğu’yu temsil eden Lübnan lokantaları ve tabii Türk lokantaları. Ama bunun dışında, her yerde ama her yerde, sosis ve bira satıcıları var. Sosis, bira, patates kızartması. Hatta Almanlar, bu iki yiyeceğin sokakta rahatça satılabilinmesi için özel bir araç geliştirmişler.
Berlin’den ayrılırken, acaba daha neler göremedim, muhakkak bir şeyler kaçırmışımdır, diyerek hayıflanarak ayrılıyorsunuz. Hem çok açık görünen, hem de bir sürü sır saklayan bir şehir Berlin. Hem eski, hem modern, hem acılarını sergileyen, hem de geleceğeümitlebakan birşehir. Bu yüzden dolu dolu yaşıyor, insana enerji veriyor. Ben de ise bir bitmemişlik, doymamışlık hissi bıraktı. Tekrar dönmek şart diyorsunuz, o denli bağlıyor kendine bu inanılmaz şehir…
Gerçeğe ise, dışarıdan gelen yürüyüşçülerin bağırmaları ile dönüyorum. Paris hâlâ grevde, benzin eksikliği var, zira rafineriler de grevde. Sokaklar polis dolu…
Hayat durmuş gibi ve bunun yanında, Alman ekonomisi çok başarılı, Doğu Almanya’nın yükünü çekmelerine rağmen, kemer sıkma politikasını başarı ile uygulamanın güzel neticesini görüyorlar. Başka çare de yok, basta söz ettiğim Latin ruhu bunu bir anlasa…
Ziva Galiko